20 Temmuz 2013 Cumartesi

Gerçekten her şeyden uzak mı?


Hem yol boyunca hem de geldiğimizde poyraz deli gibi esiyordu .
Akşam yoruldu mu yoksa bize mi acıdı bilemiyorum. Saat 23.00 gibi aniden durdu. Assos'ta akşam oldu.

Ay hilalden yarım aya dönmüştü ve ay ışığının yakamozu denizi bir bıçak izi gibi kesiyordu. 

Bütün gökyüzü karanlığına gömülmüştü. Sayabildiğim yüzden fazla yıldız ayaktaydı. Midilli sadece 12 kilometre karşıda ama bir dünya kadar uzaktaydı. Işıkları çoktan yanmıştı. Ama yine de çok mutsuz ve sönüktü tıpkı Yunanlı dostlarım gibi.

Derken uzaklardan bir ses gelir gibi oldu. Hem de müzik sesiydi. Açıkçası Eftelya diyecek diye daha bir dikkatle süzdüm sesi. Ne yazık ki değildi kaldığımız otelin diskosunda popüler müziklerden birisi çalıyordu. Oysa Eftelya deseydi ne güzel olacaktı.

Derken yanıma yaklaşan garson Diyarbakır şivesi ile "bir şey istersin abi" deyince genelde yapmadığım ve yapana da kızdığım bir şeyi ona yapmış oldum.

Nerelisin sen, bir çay içerim ama kaçak mıdır, dedim.

Güldü Diyarbakırlıyım derken "ne gezer abi buralarda kaçak ama sana demli bir çay getireyim" dedi. Göz bakışı anlaştık.

O çayı getirirken ben düşündüm.
Kürt genci ne yapar ya dağa çıkar gerilla olur ya da gelir buralarda amelelik yapar. Yok mudur? Onun hayalleri????
Sonra çay geldi. Dur az gitme dedim.
Ne kadardır buradasın "3 hafta oldu yeni geldim". Otele girerken de bir başka Diyarbakırlı'ya rastlamıştık. Ona da sormuştuk ve "staj yapıyorum" demişti . Giresun'dan gelmiş. "Üniversite öğrencisiyim reklam ve halkla ilişkiler okuyorum" demişti . Ona sende mi yoksa stajyersin dedim. "Ne gezer abi ben liseyi bile zor bitirdim. Burdaki herkesi öyle sanma yokluktan buradayız yoksa bizde sizin gibi şezlongda yatmayı denize girmeyi de biliriz" dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim.
Neredeyse getirdiği çay boğazımdan geçmeyecekti. Hoş içmesem bu kez ona ayıp etmiş olacaktım. Çayı içerken bir emrin var mı abi deyince de kızdım.
Tabi ki o kızgınlığımın nedenini anlamamıştı ve meraklı gözlerle baktı niye kızdım diye kızmış ve ona kimseye başka bir emrin var mı deme illa diyeceksen başka bir şey istermisiniz de diye kızmıştım.
Üzülür gibi oldu ve gitti. Sonra 3 kişi ile birlikte geldi. Bu Mardinli bu Urfalı ve bu da Diyarbakırlı abi dedi.
Saat epeyce ilerledi ve kafamda dönenlerle onlardan izin istedim.
Bu kez yüzümü Behramkale'ye yani Assos'a döndüm.
Gündüz yorulmuştum ve uyuyayım sonra devam ederim diye düşünüp kafamı yastığa koydum ve uyudum.
Dur dur uyudu isem bunları kim yazdı???
Otel odasının balkonundan şimdi Assos'a doğru bakıyorum ve düşünmek istemiyorum.
Giresun'da okuyan demişti ki abi para bulursam bir seyahat acentası açmak istiyorum.
Ama çok zor yinede okulu bitireyim önce...
Aileden gelecek bir şey yok ben yaparsam yapıcam da demişti.
Uzaktan ışıldayan lambalara baktım epeyce...
Sessiz ve sedasız orada kaç ev var şimdi?
Yanan sokak lambaları mı?
Yoksa bu çocukların hayalleri miydi?
Hem zaten poyraz yine başladı.
İyisi mi gidip uyumalı herşeyden uzak????

7 Haziran 2013 Cuma

Yurda havaalanı önünde otobüs balkonlu dönüş


Nihayet ülkenin Başbakanı döndü.
Döner dönmez gecenin sabah yakın vaktinde-üstelik Cuma sabahı- bir BALKON konuşması daha yaptı.
Her zaman olduğu gibi bütün kabine kendisini havaalanında karşıladı. 
“Ninelerimi, bacılarımı selamlıyorum. Alın terini ekmeğine katık etmiş çiftçi, köylü, tüm işçi kardeşlerimi selamlıyorum. Türkiye kadar büyük, vakur, ağırbaşlı genç kardeşlerimi selamlıyorum” demiş.
İşine gelince kardeşlerim, gelmeyince çapulcular.
Başbakan’ın aklına neredeyse herkes, hatta Saraybosna, Bakü, Bağdat, Şam, Gazze, Mekke ve Medine bile gelmiş ama Taksim’de gezi parkında olanlar, ülkede günlerdir sokaklarda olan insanlar gelmemiş…
Günlerdir TOMA’larla, tazyikli suyla,  gaz bombalarıyla, copla süren devlet şiddeti, ülkeyi adeta bir iç savaş görüntüsüne sokmuş durumda.
Saldırılarda 6 kişi gözünü yitirdi.
Ülke düzeyinde 4 bin 335 yaralı var ama O, Taksimdekiler’e, Ankaradakiler’e, İzmirdekiler’e, Hataydakiler’e, Bursadakiler’e velhasıl tüm ülkedekilere selam göndermeyi ya unutmuş ya da değmez bu çapulculara, marjinallere diye aklından geçirmiş olmalı.
 “Biz hiç bir zaman gönüller yıkmanın tarafında değil gönüller yapmanın tarafında olduk. Ama dik durduk dikleşmedik."
O zaman kaç ton gaz, kaç ton su harcadın, polisleri kaç gündür uyutmadın.
Esas önemli olan ise tüm ülke ayağa kalkmış, her yerde arbede, her yerde karmaşa Başbakan nereye bakıyor bilin bakalım?
Borsa’ya…
Efendim, BORSA'DAKİ DÜŞÜŞ FAİZ LOBİSİNİN İŞİYMİŞ,  faiz lobisi şu anda borsada spekülasyonlara girmek suretiyle kendisini tehdit ediyormuş. 
“Bu milletin alın terini biz onlara yedirtmeyeceğiz.”
Demiş.
Milleti ikiye böldün Başbakan hangi kısmınkini yedirtmeyeceksin. 
Bankacıları da tehdit etmiş, “bir bankanın genel müdürü çıkıp da bu Vandalizm’i organize edenlerin yanında olduğunu söylüyorsa bunlar karşısında bizi bulacaktır” diyerek her zaman olduğu gibi parmağını da sallamış.
Yine demiş ki “Artık dünya Türkiye’yi konuşuyor, Türk insanını konuşuyor.”
Evet, doğru tüm dünya bu topraklardaki insanlara neden tonlarca gaz, su sıktığını, onları niye copladığını konuşuyor.
Bir de, Akif’ten alıntı yaparak:
"Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem, gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım! Boğamazsın ki! Hiç olmazsa yanımdan kovarım... Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum? Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu..."  buyurmuş.
Mazlumu seven Başbakan, sanırım mazlumları da ikiye ayırıyor. Çapulcu mazlumlar, evde zorla tuttuğu mazlumlar…
"Bu polis kimin polisi? Ne için hizmet yapıyor? Bizim- bakın bu ülkede yaşayan 75 milyon için değil bizim için- can güvenliğimiz için görev yapıyor. Yeri geliyor teröristin, yeri geliyor anarşistin, yeri geliyor vandalizmin karşısına dikiliyor.”
Derken, “kimin polisini kime saldırtıyorsun o zaman?” diye adama sorarlar.
“Burası yolgeçen hanı değil.” 
Pekâlâ, ne hanı, ülkenin sokaklarında da senden izinsiz gezemeyecek miyiz?  Ya da Adana’daki gibi kimlik kontrolü mü yaptıracaksın? 
Elbette gazetecileri ve Sanatçıları da unutmamış.. .
Pis sorumsuzlar onlar, kışkırtmayı da onlar yapıyor zaten.  Sanatçılar kışkırtıyor, gazeteciler haber yapıyor…
Kendisini karşılamaya gelenlere "SİZİN ELİNİZDE  TENCERE TAVA YOK DEĞİL Mİ?" diye sormuş.
“İşte bu çok önemli. Siz sokaklarda tencere tavayla dolaşanlardan değilsiniz. Bu gençlik elinde bilgisayarıyla dolaşanlardan olacak.”
Diye akıl da vermiş ama ellerinde bilgisayar olup da Twitleyenleri  göz altına aldırdığını, yurtdışına kaçmadan önce sosyal medyaya söylediklerini de unutmuş…
 “Bütün bunlar niçin bizim ABD ziyaretimizden sonrasına denk geldi? Hazmedemediler, hazmedemediler.” 
Demiş tabi ki yanıt da gecikmiyor. Fethullah Gülen’den Başbakanın çok sevdiği ABD’den konuşmuş, bakmış ki Başbakan gibi konuşsa olmayacak, Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi konuşsa hiç olmayacak, arayı bulmuş ve O da çapulcu yerine “KARINCALARA DOKUNMAYIN” demiş.
“Hepinizi Rabbime emanet ediyorum” demiş ya…
İşte bizde seni ve hepinizi Allah’a emanet değil havale ederiz.  Olur biter…
Ama bizler yani bu ülkenin halkları seni Allah’a havale etmeyecek.
Hiç unutma ki hesap soracak…

4 Haziran 2013 Salı

Anne bak kral çıplak


Bir haftadır Türkiye'de göz gözü görmüyor.
Bu sadece “organik” biber gazından değil.
Polisin copu, kadın çocuk, genç yaşlı demeden “kendilerine verilen talimatı” uygulamalarından dolayı.
Hatta Şırnak’ta PKK’nin silah kullandığını TSK duyurdu ama neredeyse duyulmadı. 
Peki, Başbakan nerede??
Başbakan ülkeden kaçtı!!!
Kendisi şu anda Fas’ta oradan da Cezayir’e geçecekmiş.
Sanırım 4-5 ay kadar önceydi. Seçimlerden önce Bulgaristan’daki ayaklanmaların ardından Bulgar Başbakanı ülkenin polisi ülkenin halkına copla müdahale edemez diyerek istifa etmişti.
Bu ülkenin Başbakanı ise ver elini Afrika yaptı. Sanırım orada kendisini daha rahat hissedecek??
Ülke ayakta iken bir ülkenin Başbakanı neden yurt dışına kaçar??
İptal edilemez bir ziyaret midir Fas ziyareti neden yolu uzatır, Cezayir’e sonra gitse ne olur. Kendi kapısının önünü temizleyemeyenin sokaklar kirli deme hakkı olmaz ki.
Herkes bunun Taksim’de 3-5 ağacın kesilmesi ile ilgili olmadığını artık adı gibi biliyor. Bu son 10 yılda giderek otoriterleşen ve sıradan yurttaşın kaç çocuk yapacağına, nerede sigara ya da içki içeceğine karışan, içki içen AKP’li ise helal eden, değilse "ayyaş" ya da "çapulcu" ilan edilen  “ileri demokrasinin egemen” olduğu bir ülke olduk ya, ondandır.
Giderek baskıcı bir rejim haline gelen AKP iktidarının Genel Başkanı ve Başbakanı seçimlerden sonra iktidar olduk ama devlet olamadık demişti ya. Hah işte oldu. Başbakan artık devleti temsil ediyor. Her ne kadar Cumhurbaşkanı başka bir şey, Bülent Arınç başka bir şey, Cemil Çiçek ve hatta Kadir Topbaş bile başka bir şey söylüyor olsa da.
Başbakan devlet benim- bakın biziz değil- diyor. Artık gücü kendinde zor tuttuğunu söylediği yüzde 50’yi de arkasında hissediyor. Ben ne dersem o olur. Zaten iş böyle başlamadı mı?
"Kararı verdik orası AVM- otel- rezidans olacak" dedi. Aslında fitili Başbakanın kendisi ateşlemiş oldu. Ama otoritesi ve egosu o kadar yükseldi ki. Ya biz de yanlış yapmış olabiliriz demeyi kendine yediremiyor. O kadar ki medyaya- twitter’e, facebook’a kin nefret ve öfke yağdırıyor.
Bir de marjinaller var. Onlar zaten bu ülkenin yurttaşı değil. Adı üstünde MARJİNAL…
Onların yurttaş olmaktan kaynaklı hakları yok. Onlar, zaten her türlü kışkırtmayı yapabilecek çapulcular. Zaten değil mi ki TENCERE TAVA HEP AYNI HAVA…
Bir haftadır, yüzbinlerce kişi sokakta, geceliyor, sabaha kadar şunu diyor.
'Artık yeter' evet 'artık yeter'. Sen nasıl kendine karışılmasını sevmiyorsan, biz de bize karışılmasını, nasıl yaşayacağımıza dikte edilmesini istemiyoruzzzzz.
Bunu anlamıyor mu?
Sanmam... 
Peki ne o zaman? Çok mu zor polise "çekilin" demek.
Önceki gün polis çekildi. Yurttaşlar Taksim alanına çıktı ne oldu. Kocaman bir hiç. En temel yurttaşlık haklarını kullanıp evlerine dağıldılar ve hatta dağılmakla kalmayıp, bir de Taksim Meydanı'nı temizlediler. 
Asıl sorun ne, asıl sorun şu:
Ali Ağaoğlu gibi ben yaptım oldu. İstedim olacak demek….
Yok yok Sayın Başbakan öyle değil, burası ne kraliyet, ne de padişahlık ve sen de ne kral ne de padişahsın. İş eğer oy almış olmaksa sana en iyi cevabı Cumhurbaşkanı verdi zaten her şey seçim değil. 
İnsan azcık ama azcık kendine bakmalı ne yapıyorum ben yahu demeli demezse böyle olur. Kendine bakmayana aynayı gösterirler. Son bir haftada olan biten aslında bu aynı zamanda bu ülkenin yurttaşları sana onlara sen nasıl davrandıysan öyle davranıyor. Yani aynaya bakıyorsun. 
Aynada gördüğün ise ANNE BAK KRAL ÇIPLAK...

29 Mayıs 2013 Çarşamba

İstanbul İstanbul olalı...


Bu gün 29 Mayıs. Fatih'in İstanbul'u fethinin üzerinden tam 560 yıl geçmiş, yani yarım asır.
Fetih İstanbul’da kalmayıp ülkenin birçok yerinde kutlanacak. Hazreti Muhammed hadisinde “Konstantiniyye fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan” demişti.
Bu gün İstanbul’da 3. köprünün temeli de atılacak. Bu günün böyle bir anlamı da oldu.
İstanbul’a 3'ncü köprü birçok tartışamaya neden olmuştu. Teknik olarak dünyanın ilk köprüsü olacağı da konuşuluyor. Hem araç trafiği hem de demir yolunun olacağı köprü umarım İstanbul’un sorunlarına çözüm olur.
Ama;
Fatih Sultan Mehmet tam yarım asır önce bu kenti alırken, kentin bu hale geleceğini düşünse peygamberin hadisine rağmen fetheder miydi bilmem. Anadolu’dan bakınca artık Sultan Ahmet Cami yerine, yüksek gökdelenler görünüyor. Kentin silueti kalmadı, bozuldu. İstanbul’un her yanı “lüks, nezih” konut projeleriyle dolduruldu. Başbakan diyor ki; onları tıraşlayacağız. İyi de tıraş dediğin şey saçlar, kıllar tekrar çıkacağı için yapılır. Tıraşlayacağın şeyler yeniden mi yükselecek…
Alkol için dünyada örnekleri var diyen Başbakan neden aynı örneklere kentler için bakmıyor?
Bütün bunlar olup biterken, fethin 560. yılı kutlanırken, İstanbul’a adı Fetih Köprüsü mü olur, Recep Tayyip Erdoğan Köprüsü mü olur yeni köprünün temelleri atılırken bir de Taksim’de Gezi Parkı ve içindeki ağaçlar yok ediliyor. Devlet zevatı bu gün açılışa gidecekmiş. Aynı kişiler ve tabi Başbakan acaba Taksim’e gidip orada ağaçların dibinde nöbet tutanları ziyaret etse ne olur. İyi olur ama ağaçlar bugünde polisin jopu ve “organik” biber gazıyla kesilecek. Yerine alışveriş merkezi yapılması planlanıyor diye tevatür de etrafta dolaşıyor.
İstanbul 2 No’lu Koruma Bölge Kurulu’nun reddettiği, Gezi Parkı'nın yerine yapılacak Topçu Kışlası Projesi Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nca geçtiğimiz şubatta onaylanmıştı. AVM olmayacağı iddia edilse de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde de İstiklal Caddesi’nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel...” demişti.
Demek ki orasının ne olacağı belli.
Bu arada İstanbul Büyükşehir Belediyesi de Taksim Gezi Parkı'nda yapılan çalışmayla ilgili bir açıklama yapmış ve “çalışma sırasında ağaç kesimi yapılmıyor. Duvar yıkımı ve yol genişletme çalışması nedeniyle 5 adet ağaç sökülerek farklı bir yere taşınıyor” demiş. Peki oradaki insanların gördükleri ne? Madem 5 ağaç sökülecek bu kadar insan niye cayırtı koparıyor ve siz polisi onların üzerine salıp jop ve biber gazı ile müdahale ediyorsunuz. Neden Belediyeden birileri gelip işin doğrusunu anlatmıyor.
İşin doğrusu orası alışveriş merkezi olacak ve 3. köprünün temeli atılırken bu da hep olduğu gibi unutturulacak.
Marks’ın dediği gibi:
Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser.

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Evet, galiba manyağız


Gazeteler önceki gün Sinop Nükleer Santralı'nı Japon Mitsubishi Heavy Industries ve Fransız Areva ortaklığının yapacağını yazmıştı.
Başbakan bugün Japonya Başbakanı ile Sinop’ta Akkuyu’da yapılması planlanan NÜKLEER SANTRAL anlaşmasını imzalayacakmış. Hatta bu haber Paris Borsasını zıplatmış. Pekala biz niye Paris Borsasını zıplatmaya uğraşıyoruz. Ki Japonlar, Fukuşima’dan sonra 50 reaktöründen 48’ini çalıştırmazken niye Japonya’dan nükleer santral satın almaya çalışıyoruz. Bilen var mı???
Yani Hükumetimiz santrali en çok kazanın olduğu ilk 5 ülkeden 2 tanesinin ortaklığına yaptırıyor. Diğeri ile de görüşmelerini sürdürüyor. Listeye dikkatlice bakıldığında görülecek İlk 5 ülkenin dışında kalanlar nükleer defterini çoktan kapatmış ülkeler. Ve kaza sayılarının 25 yıllık durumuna baktığımızda sayıların azalmasının en önemli nedeninin Dünya’nın büyük kısmının NÜKLEER’den vazgeçmesinden kaynaklı olduğu da görülüyor.
İşte tamda bu yüzden işi başka kimse yapmıyor ki iş onlara kalmış durumda. İlla bir Borsa zıplayacaksa Paris Borsası olmadı, Tokyo Borsası o da olmadı, Moskova Borsası zıplayacaktı zaten.
Aslına bakarsanız dünya atmosferinde radyasyon var zaten ve genel olarak bir insan, bir yılda hava ve topraktan da radyasyon alıyor. Ancak belli bir düzeyin üzerinde radyasyona maruz kalmak, kanın kimyasını değiştiriyor, bulantıya yol açıyor, kusma yapıyor, saçları döküyor, ishal yapıyor, kanama yapıyor tedavi uygulanmazsa, 2 ay içinde ölüm, iç kanama ile ise 1-2 haftada ölüm gerçekleşiyor.
Çernobil nükleer santralindeki kazadan sonra dünyayı dolaşan radyasyon bulutları Trakya’da ota, süte; Karadeniz’de çaya, fındığa, suya radyasyon bulaştı. Etkilerinin sonuçları tam olarak bilinmiyor.
Ama buna karşın bazı “uzmanlar” var ki : “Karadeniz’de kanserden ölenlerin sayısının artmasının Çernobil’le bir ilgisi yok. Bunlar nükleer karşıtlarının uydurması. Öyle olmasaydı bugün hükumet Mersin ve Sinop’ta nükleer santral kurmaya çalışmazdı. Türkiye’den kilometrelerce ötede meydana gelen bir nükleer kazanın ülkeyi nasıl etkilediğini görür, bu topraklarda nükleer santral kurulmasını istemezdi. Çernobil nükleer kazası Türkiye’yi etkilemiş, Türk Tabipler Birliği’nin dediği gibi Hopa’da ölümlerin yüzde 47’si kanserden olmuş olsaydı, hükümet Ruslarla, Fransızlarla nükleer santral pazarlığı yapmazdı. Manyak mıyız biz?
Çernobil’in radyasyon dolu bulutları yıllar önce ülkemiz topraklara uğramış olamaz. Öyle olsaydı, İtalya gibi yapar nükleer santralleri k defterini o zaman kapatırdık. Nükleer santrallerini kapatma kararı alan Belçika, İspanya, Almanya veya İsviçre’nin yolundan giderdik. Ya da Yunanistan, İrlanda, Norveç, Danimarka gibi bu işe hiç bulaşmazdık." diyorlar.


Öte yandan bir de ironi var ki pes dedirtiyor. Nükleer Santrali olmayan Türkiye, İstanbul İkitelli’de 1999’da meydana gelen olayla “dünyanın en önemli 20 radyoaktif kazası” listesine girmiş.
Daha santral olmadan, olunca ne olacak Allah bilir.

18 Nisan 2013 Perşembe

Hasan abi, Konyalı ve siyaseti olmayan adam…


Dün öğle yemeğinden sonra ofise dönerken, mahalle kahvesinden "komşu gelsene bir çay ısmarlayalım" sözü ile kahveye doğru yönlendim.
Hasan abi her zamanki gibi tek sandalyeye sığamadığından iki sandalyeyi yan yana koymuş oturuyordu. Yağmur çok olmasa da yağmayı sürdürürken kahvenin bahçesinde oturuyorduk.
Havada bir bahar izi olsa da bir yandan da yağmurun baskısı vardı. Tıpkı bu süreçte birçok insanın içinde olduğu gibi hem umut hem de kuşku ortalığı kaplamıştı. Hasan abi yeni tanıdığım birisi, ANAP’ın kurucularından, DP’nin ise eski il yönetiminden olduğunu son seçimlerde ise oyunu CHP’ye verdiğini daha önceki sohbetlerimizde söylemişti. Masada iki kişi daha vardı.
Çaylarımızı içerken bir yandan da masadaki diğer iki kişiyle tanıştım. İkisi de emekli olan yeni tanışlarımla birlikte sohbet etmeye başladık. Tabi konu ve hikâye belliydi. Bu hikâye 150 yıllık, bu hikâyenin son 30 yılı kanla dolu. Hepimizi ilgilendiriyor, çünkü birbirimizi öldürdük.
Ne olacak bu çözüm süreci diye konuşmaya başladık. Konuşma derinleştikçe emekli olan iki kişiden birinin Konyalı ve MHP’li olduğunu diğerinin ise herhangi bir siyasal aidiyeti olmadığını da öğrenmiş oldum. Hasan abi yılların siyasal deneyimi ile süreçten çeşitli rahatsızlıkları olduğunu, bunun nereye gideceğini göremediğini söyleyip artık yeter bu iş bitsin ama barış olsun da bitsin diyordu. Ben ise çaktırmadan MHP’li olduğunu söyleyen tanışım ne diyecek diye merak ediyordum ki. Konyalı, ben de aynı görüşteyim. Yıllardır vatan bölünmez dedik tabi ki vatan bölünmesin ama artık yeter kimse de ölmesin diyordu.
Söyleminden siyasal inancından vazgeçtiği için değil, gençler ölmesin diye diyerek söylediklerine açıklık getirdi. Devletin muhatap olarak Abdullah Öcalan’ı almasını kendine yediremiyor ve koca devlet bir teröristi neden ve nasıl muhatap alır anlamıyorum ama bu iş çözülecekse varsın olsun diyordu.
Siyasal aidiyeti olmayan ise Başbakan bu işi çözecek diyordu. Çok da konuşmadı zaten daha çok dinlemeyi tercih etti. Tabi CHP’nin tutumu da konuşuldu. Hasan abi yanlış yapıyorlar onlar da bu sürece destek vermeli ama bu ülkeyi değil CHP’yi böler diye düşünenler bunu engeller de dedi. İlginç bir tesadüf de oldu bu arada, CHP'de istifa depremi başlığıyla verilen haberde: CHP Genel Başkan Yardımcısı Gülseren Onanç’ın Genel Başkanın Kılıçdaroğlu'nun talebi ile partisindeki görevinden istifa etti, denilmekteydi. Halkla İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcı olan Gülseren Onanç, Malatya’da düzenlediği basın toplantısında CHP tabanının yüzde 65'inin çözüm sürecini desteklediğini söylemişti. Bu sabah gazeteleri okuduğumda Hasan abiye bir kez daha hak verdim.
Sohbet uzadı, uzadı… Kahvede hiç bu kadar uzun kalmamıştım. Biz konuşurken etraftan da çoğu emekli ve yaşlı olan birçok kişi de bizi dinliyor ve alenen söylemese de kafa sallayarak söylenenleri onayladıklarını belli ediyorlardı. O anda kahvede bir referandum yapsak, net ve ortak bir kararın çıkacağını hissettim ki bu ortak kararın adı BARIŞ’tı….
Artık kan dursun diyor herkes. Bir kaçını saymazsak bu kez bu topraklarda, bu coğrafyada yaşayanlar belki de hiç olmadığı kadar umutla geleceğe bakıyor. Artık kimse ölmeyecek, çocuklarımızı topraklara gömmeyeceğiz. Artık analar ağlamayacak. Bu iş bitecek bin yıllarca kardeşçe yaşadığımız gibi yaşayacağız umudu yükseliyordu.
Elbette Akil İnsanları da konuştuk. Genel görüş bu kişilerin Başbakanın raportörleri olduğu yönünde. Keşke böyle olmasaydı dedi Konyalı. Bu kişileri Başbakan seçmeseydi keşke, seçilenlerin içinde herkes olmalıydı. Bu konuda siyasiler de hata yapıyor dedi. Sonra devam etti: “Akil adam ne demek, akil adam, aklını halka adamış, adalet ve insafı bilen, insan hakkını savunmak için hiç kimseden korkmayan, mağdurun, ezilenin yanında olan, iktidarın yandaşı olmayan, kim olursa olsun yanlışları, hiç bir korku duymadan açıkça söyleyen, cesur yürekli insan demektir” dedi ve ekledi: Elbette akil insanlar önemli ama esas önemli olan bu coğrafyanın halkı ki bu topraklarda yaşayanlardır dedi.
Ki bizim insanlarımız, kardeşlik nedir, dostluk nedir, insanlık nedir bilirler. Yardıma ihtiyacı olana el uzatmayı, düşenin dostu olmayı, muhtaç olana destek olmayı, zor duruma düşene omuz vermeyi, komşusunun cenazesinde merhumu omuzlarına almayı, geçmişte kavga bile etmiş olsa hakkını helal etmeyi, düğünde halay çekmeyi, horon tepmeyi, zeybek oynamayı, doğumda Allah uzun ömür versin, mutlu yaşasın demeyi bilirler merak etmeyin dedi.
Sohbet yağmur izin verse daha epey sürecekti ama birden bastırdı hızlandı ve poyrazı da arkasına alınca onlar kahvenin içine ben ise ofise döndüm.
Ofise dönünce aklıma düştü, dışarıda birbirimizin kafasını kırsak da bana beraber düştüğümüz ve günlerce zaman geçirdiğimiz karakolda en çok yardım eden o dürüst ve hala dostum olan Ülkü Ocaklı Mustafa’yı hatırladım. Siyasal görüşlerimiz hiç uymazdı. Dediğim gibi okulda, sokakta, mahallede ve eylemlerde karşı karşıya gelir, birbirimize taş fırlatır, sopa yememek için birbirimizin mahallesinden geçmezdik.
İşte bir tane daha akil adam diye geçti aklımdan Konyalı hakkında düşünürken…
Ve gördüm ki bu ülke barışa hazır. Ben Akil İnsanlara, hükümete veya başka birilerine değil, işte bu birbirinin elini tutan iyi gününde kötü gününde birbirine omuz veren insanlarıma güveniyor ve onların bu sorunu çözeceğine inanıyorum.
Her ne kadar birbirine düşman edilmeye, birinin diğerini yok saymasını sağlamaya çalışanlar olsa da bu ülkenin namuslu ve dürüst insanları çözecekler bu sorunu.

11 Nisan 2013 Perşembe

Bir yol-trafik rezaleti öyküsü


Bursa kentinde yaşayanlar yaklaşık 2 haftadır çile çekiyor. Daha da ne kadar çekecek belli değil.
Neden mi?
Baharın gelmesiyle birlikte Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından başlatılan yol çalışmaları nedeniyle. Eskimiş, araçların gidiş gelişi için tehdit oluşturan yolların yenilenmesi anlaşılır bir şey. Buna hiç kimsenin söyleyecek sözü olmaz. Keşke Büyükşehir Belediyesi bu konuda daha çok bütçe ayırsa da tüm yollarda yenileme çalışmaları yapsa.
Kentin ana arteri Ankara’dan İzmir’e giden İzmir Yolu'nda düzenleme çalışması yapılıyor. Orhaneli Kavşağı'ndan Ata Bulvarı’na kadar olan bölge trafiğe kapalı.
Heykel'den İnönü Caddesi'nden Ulu Cadde'ye oradan Darmstadt Caddesi'ne, Oradan Stadyum Caddesi üzerinden Altıparmak Caddesi ve yeniden Heykel'e tramvay hattı inşaatı devam ediyor. Güzergâh neredeyse trafiğe kapalı.
Çekirge Caddesi'nde Kent merkezine gidiş yönünde yol kenarında sanırım elektrik hatları yenileniyor. Trafik tek yönden veriliyor.
Kentin doğusunda Bursaray çalışmaları nedeniyle Kestel’e kadar zaten ciddi bir trafik sorunu var.
Bilemediğim veya göremediğim başkaları var mı? Bilmiyorum.
Kısacası Bursa kentinin tüm ana arterlerinde yol çalışması sürüyor. Umarım bittiğinde Bursa kenti trafik açısından daha rahat bir hale gelir. Her ne kadar buna inanmıyorsam da dilerim öyle olur.
Sorun bu değil.
Şu:
Büyükşehir Belediyesi neden Bursa kentinin ana yollarında aynı anda çalışma başlatır. UKOME neden bu çalışmaları yaşamı olumsuz etkilemeyecek biçimde tasarlamaz. Hadi diyelim öyle gerekti-ki bu konuda da ikna olmuş değilim ama…
Neden bu işi daha iş başlamadan 1 hafta 10 gün önce duyurmaz. Neden Belediye Başkanı -ki her zaman televizyonlara çıkıp birçok konuyu konuşuyor- yolları ve ulaşım akslarını gösteren kentin haritasını önüne alıp Bursa kentlisine ey Bursa halkı biz baharla birlikte böyle böyle yapacağız. Sizleri de zor durumda bırakmak istemeyiz. Şu ana arterlerde, şu caddelerde, şu sokaklardaki çalışmalar nedeniyle: Yollara ve caddelere çeşitli pankartlar koymanın yanında;
Lütfen,
1. Alternatif olarak şu yolları kullanın – ki buna ara sokaklar da dâhil-
2. Alternatif olarak gösterdiğimiz yollarda kenar parklanmalarını engellemek için şu kadar ekip görevlendirdik, hatta İl Emniyet Müdürlüğü Trafik ile işbirliği yaptık. Bu parklanmaları en azından çalışma süresi boyunca engelleyecek ve sizlerin ortaya çıkan sorunları daha az yaşamanızı sağlayacağız.
3. Kent merkezine gelecek ticari araçları için saatler belirledik, ticari araçları bu saatlerde servis yapacaklar ve bunu sıkı bir biçimde denetleyeceğiz.
4. Bu çalışmalar süresince Metro hatlarını kullanın- ki biz bu süre boyunca Metro fiyatlarında yüzde 50 indirim yaparak sizlerin yaşamını kolaylaştıracağımız gibi sizleri de Metro'yu kullanmaya teşvik etmek istiyoruz. Bu arada Metro’ya ek seferler koyduk.
5. Lütfen aracınızı acil ihtiyaç olmadığı takdirde kullanmayın ve toplu taşımayı tercih edin.
6. Komşularınızla araçlarınızı paylaşın, işe birlikte gidin.
7. Yerel basın ve yayın organlarında günlük olarak yolların durumunu güncel olarak duyurup, yola çıkanları radyolardan uyaracağız.
8. Ayrıca bu özel durumda sizlerin rahatı için şu iletişim telefonlarını devreye soktuk.
9. Ulaşım Dairesi 7/24 görevde ve sizlerin rahat için çalışmaları yerinde izliyor.
10. Bu çalışmaları şu tarihte bilemediniz 1 hafta sonrasında tamamlamış olacağız.
NEDEN DEMEZ?
Neden Televizyonlara çıkıp bu konuda halkı bilgilendirmez?
Bu kadar zor mu?
Yoksa zaten bu halk her şeye alışır, sesi de çıkmaz sesi çıkan birkaç kişinin de sesi zaten duyulmaz biz işimize bakalım mı?
Ya da ne?

5 Nisan 2013 Cuma

Bu bir satranç oyunu değil

Bu bir satranç oyunu değildir; yok olacak olan doğa, çevre ve geleceğimizdir.
17 Temmuz 2008 tarih ve 26939 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren ÇEVRESEL ETKİ DEĞERLENDİRMESİ Yönetmeliği’nin     
GEÇİCİ 3 maddesi, “7/2/1993 tarihli ve 21489 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinden önce uygulama projeleri onaylanmış veya çevre mevzuatı ve ilgili diğer mevzuat uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış projelere veya bu tarihten önce üretim ve/veya işletmeye başladığı belgelenen projelere Çevre Kanunu ve ilgili diğer yönetmeliklerde alınması gereken izinler saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz.” biçiminde idi.
Bursalı yurttaşlar olarak bizler, bu düzenlemeye karşı bir dava açtık ve Danıştay 14. Dairesi, 27 Mart 2013 günü kararını vererek, ÇED ile ilgili bu muafiyeti ortadan kaldırdı. Danıştay 14. Dairesi verdiği nihai kararda söz konusu geçici maddenin birinci fıkrasının 'b' bendini iptal etti. Buna göre uygulama projeleri onaylanmış veya çevre mevzuatı ve ilgili diğer mevzuat uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış projeler hakkında ÇED alınması zorunlu hale geldi.
5 Nisan 2013 Cuma yani bugünkü 28609 sayılı Resmî Gazete'de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aynı yönetmeliğin aynı maddesini yeniden değiştirmiş. Yeni madde kazandığımız davanın tüm kazanımlarını ortadan kaldırmaya ve bu tür işleri yapacak şirketlerin ellerini güçlendirmeye yönelik bir değişiklik biçiminde gerçekleşmiştir. 
“GEÇİCİ MADDE 3 – (1) 23/6/1997 tarihinden önce yatırım programına alınmış olup 5/4/2013 tarihi itibarıyla planlama aşaması geçmiş olan veya ihalesi yapılmış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesislere, Çevre Kanunu ve ilgili diğer yönetmeliklerde alınması gereken izinler saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz.”
Yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilerek Resmi Gazete'de yayınlanan değişiklik 5 Nisan 2013 tarihine kadar planlama aşamasına gelen, ihalesi yapılan, bütün işler için Yönetmelik hükümlerini geçersiz kılan bir karar olarak karşımıza gelmektedir.
Şimdi bizler bu değişikliğe karşı da dava açacak ve onu da kazanacağız.
Ancak bu iş bir satranç oyunu değil ki!!!
Davayı kazandığımızı duyurmak için yaptığımız basın açıklamasından sonra aramızda konuşurken hükümetin bu karara karşı bir adım atacağını ve yönetmelikte sorun olarak gördükleri bu durumu çözmek için bir kenardan dolaşma ya da farklılaştırma hamlesi yapacağını konuşmuştuk. Bu konuşmanın üzerinden daha 4 gün geçti. Çağrımızda '1 Nisan Şakası yapmıyoruz' demiştik. Aslına bakarsanız biz şaka yapmıyorduk ama Hükümet meğer şaka yapıyormuş.

22 Mart 2013 Cuma

Barış+Huzur=Yatırım=Yuhhhhh


Dün yani 21 Mart 2013 günü NEWROZ’a Abdullah Öcalan’ın mektubu damgasını vurdu.
Zaten böyle olacağı da belliydi.
Diyarbakır’da meydana toplanan halk bir yana ülkemizde ve hatta Dünya’da Diyarbakır’a gidemeyenler televizyonlardan ya da internetten Pervin Buldan’ın Kürtçe, Sırrı Süreyya Önder’in ise Türkçe olarak okuduğu metni çıt çıkmadan ve büyük bir dikkatle izledi.
Açıklamanın ve Newroz ateşinin hemen sonrasında ise hemen tüm televizyon kanallarının konukları bu konuyu konuştu.
Konuşmalıydı.
Çünkü git gelleri, silah bırakmaları olsa da bu topraklarda yaşanan tarihin en uzun savaşı olmuştu. 
Genel olarak herkesin-bir kaçı hariç-algısı ve duygusu aynı idi.
Artık savaş bitiyor. Bundan böyle çocuklarımızın ölmeyeceği günleri birlikte yaşayacağız. 
Ama;
Bu gün sabah gazetelerini okurken aklım durdu.
Neden mi?
GÜNSİAD Başkanı Şahismail Bedirhanoğlu,
Urfa Ticaret Sanayi Odası Başkanı Eyüp Sabri Ertekin,
Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Remzi Can,
Mardin Organize Sanayi Bölgesi Başkanı Nasır Duyan,
Anadolu Grubu Başkanı Tuncay Özilhan,
BMD Başkanı Hüseyin Doğan,
Kibar Holding Başkanı Ali Kibar
Ve tabi ki
Ağaoğlu Grubu sahibi Ali Ağaoğlu;  hazretleri
BARIŞ+HUZUR=YATIRIM demişler,
Çatışmaya elveda yatırıma merhaba Demişler..
Dünyanın en uzun süre devam eden savaşı bitiyor, insanlar çocuklarımız ölmeyecek artık diye halay çekiyor, bunlar evet ne yazık ki bunlar demem lazım, NASIL PARA KAZANIRIZ DERDİNDE. 
Aslına bakarsanız bunlara 'atmaca' deniyor. Atmaca gibi yırtıcılar çünkü. Daha Newroz ateşi sönmeden, daha insanlar mutluluklarının keyfini çıkarmadan PARA aramak ne demek?
Utanın efendiler, sıkılın efendiler, susun efendiler ve eğer konuşacaksanız, parayı değil insanı konuşun, yatırımı değil Newroz’u konuşun. Bu iş bittiyse biz bu işten kaç para kazanırız demeyin. Hadi derseniz bile içinizden deyin yahu.
Ne demeli aklımdan sadece bunlara YUHHHH çekmek geçiyor.
Çok uzatmayacağım, zaten herkes biliyor ama eğer bu günden sonra tek bir insan ölmeyecekse bu yeter ve artar bile.
Hatta şunu bile söylerim barış geliyorsa ve gelecekse kim getirirse kim kimle görüşürse, araya kim girerse girsin önemi yok tek önemli şey var artık kan akmasın.
Her ne kadar son sözünü söylemediğini söyleyenler olsa bile bu Newroz umut çiçeklerini büyüttü. Berfinler karın altından yükselerek baharı nasıl müjdeliyorsa umarım bu Newroz da Berfinler gibi barışı müjdeler.
Dilerim o Berfinler büyür büyürr...

6 Mart 2013 Çarşamba

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?


Basına yansıyan "SANAYİ TESİSLERİNE ÇEVRE ÖDÜLÜ" haberinde; TÜRKİYE SAĞLIKLI KENTLER BİRLİĞİ'nin 36 firmayı ödüllendirdiği ve bunlardan 6 tanesinin de Bursa’da olduğu bilgisi yer alıyordu.
Bu tesislere ödüllerini Birlik Başkanı ve Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ile Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar vermiş.
Verilen ödül ilginç sanayi tesislerine çevre ödülü. Şimdi buradan bakınca ödül alan kuruluşlar açısından bir değerlendirme yapmak gerekiyor.
Nilüfer, Uludağ’ın güney yamaçlarındaki 2 mağaradan çıkar ve asıl adı Aras Suyudur. Doğancı Barajı’nda toplanan suyu Bursa kent içme suyunun önemli bir bölümünü karşılar. Bursa'daki Soğukpınar, Kaplıkaya, Değirmendere ve Madendere ile Uludağ'ın kuzeyinden doğan Gökdere, Kırkpınar ve Balıklı derelerinin tümü Nilüfer'e karışır. Nilüfer Çayı, Bursa Ovası’nı suladıktan sonra Ayvalı Dere’yi içine alarak Uluabat Gölü’ne ulaşır, Susurluk Çayı ve Manyas’ın kolu ile birleşerek Karacabey Boğazı’ndan Marmara Denizi’ne dökülür.
Bu güzergâh üzerinde ise BUSKİ’nin bulunduğu noktaya kadar kısmen kirlenen çay,
• Bursa Kentinin evsel atıklarını alarak
• Kentin doğusundan gelen evsel ve endüstriyel atıkları alarak,
• Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi’nden gelen endüstriyel atıkları alarak,
• Nilüfer Organize Sanayi Bölgesinden gelen atıkları alarak,
• Deri Organize Sanayi Bölgesi’nden gelen atıkları alarak,
Geri dönülmez biçimde kirlenir ve Marmara denizine boşalır.
Ödül verilen kuruluşlar:
Bursa Organize Sanayi Bölgesi,
Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi,
Deri Organize Sanayi Bölgesi..
Yani Nilüfer Çayını en çok kirleten, çaya en ağır kirlilik yükü veren kuruluşlar ödülü de onlar alıyor. Şaka gibi yani en çok kirletene ödül veriliyor.
Diğer yandan ödülü veren de TÜRKİYE SAĞLIKLI KENTLER BİRLİĞİ. Avrupa’da 31 ülkede 100′ün üzerinde kentte devam eden “Sağlıklı Kentler” Hareketinin Türkiye’de gelişebilmesi için kurulmuş. Ülkemizde, Birliğe bağlı 46 belediye görünüyor. Bunlar Birlik Meclisi’ni oluşturuyorlar. Ayrıca Birlik Danışma Kurulu 12 kişiden oluşuyor ve neredeyse hemen tamamı profesör olan Danışma Kurulu Üyeleri.
İstanbul Teknik Üniversitesi,
İstanbul Üniversitesi,
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi,
Uludağ Üniversitesi, gibi ülkemizin önemli üniversitelerinden.
Nilüfer simsiyah akarken bu ödüller neden, kime, niye veriliyor?
1. Ödül alan firmalar nasıl seçilmiş? Seçim yapılırken Birlik Meclisinin görüşleri neler olmuş?
2. Ödül için kullanılan değerlendirme ölçütleri nelerdir? Değerlendirme için Danışma Kurulu’ndaki bilim insanlarına sorulmuş ve görüşleri alınmış mı?
3. Bu ödül için yapılan değerlendirmede karar verici kurul kimlerden oluşmaktadır?
4. Alınan karardan Dünya Sağlık Örgütü Sağlıklı Şehirler Ağının bilgisi var mıdır?
Peki, yasa da tanımlanan görevleri olan kurum ve kuruluşlar ne yapıyor?
1. Nilüfer Çayının temizlenmesi için ne yapıyor?
2. Bakanlık nezdinde neler yapıyor?
Bursa’da yaşayan herkes biliyor ki.
Nilüfer çayı kirli akıyor ve bu kirliliği yaratanlara ÇEVRE ÖDÜLÜ veriyorsunuz.
O zaman demezler mi:?
BU NE PERHİZ, BU NE LAHANA TURŞUSU?

25 Şubat 2013 Pazartesi

Vizyondakiler...


Geçmiş yazılarıma şöyle bir göz gezdirdim.
Tek bir filmi saymazsak (AVATAR) filmlerle ilgili bir şey yazmamışım.
Aslına bakarsanız 2 yıldır da sinemaya gitmemişim.
Evde televizyondan film izlemeyi de hep sevmedim.
Film sinemada izlenir diyenlerdenim yani.
Kızım Heval Fidel’in büyümesi ve izin vermesiyle(???) birlikte geçtiğimiz ay 4 filmi birden izledik.
İlk film: Gergedan Mevsimi (Fasle Kargadan),
Bahman Gobadi'nin yazıp yönettiği, başrollerinde Monica Bellucci, Behruz Vüsuki, Yılmaz Erdoğan, Caner Cindoruk, Beren Saat, Belçim Bilgin, Arash Labaf ve Ali Pourtash gibi oyuncuların yer aldığı film, "Sürgündeki İran'lı yönetmenin yeniden doğuşu" olarak da adlandırılmıştı. Filmi çok beğenmedim. Genel de filmleri zor beğendiğimi söylemem gerek. Belki de film benim istediğim gibi bitmediği içindir.
İkinci film: Cem Yılmaz (CM101MMXI)Fundamentals,
Çok güldük çok eğlendik. Cem Yılmaz’ın zekice ve dikkatle hazırladığı senaryo aslında bir Cem Yılmaz stand-up gösterisiydi ve tiyatro sahnesi yerine sinemada izlemiş olduk. Ancak beni de izleyen herkesi de kahkahadan öldürüyordu.
Üçüncü film: Hükümet Kadın,
Sermiyan Midyat'ın yazıp yönettiği film, Midyat'ta yaşayan, 8 çocuk annesi ve okuma yazması olmayan Xate’nin,  1950’li yıllarda Midyat Belediye Başkanı olmasını anlatıyor.  Bu film ile ilgili yazılacak ve söylenecek çok şey var.  Bu filmi de beğendim dersem kendime haksızlık etmiş olurum. Konu muhteşem ancak anlatılma biçimi ve içeriği bana biraz yavan geldi. Oyunculuklar güzeldi. Midyat çok özel bir yer ve bu güzel ve özel yerin hakkının verilmediğini düşündüm filmde.. Midyat’ın o çok kültürlü çok zengin yaşamı hele o dönemdeki eksik kalmış.. Midyat ile ilgili bir yazı yazmıştım.  (Düşler Tarlasından, Mayın Tarlasına Düşen Toptu Ülkemin Tüm Çocukları)http://mehmetkartal.org/?p=96  benim anladığım Midyat belki de böyle olduğu içindir. Söylenecek tek bir şey var. Demet Akbağ iyi oyunculukla ve özellikle bölgedeki çocuk gelinliğe vurgu yapmış tabi oraya su getirme mücadelesini yürütürken de o kızlarla yer altından tünelleri kazarak…
Gelelim dördüncü filme: Kelebeğin Rüyası,
Yılmaz Erdoğan'ın yönetmenliğini yaptığı senaryosunu yazdığı ve de oynadığı film son yıllarda izlediğim en güzel filmdi. Oyuncu kadrosunda Erdoğan'ın yanı sıra Mert Fırat, Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Taner Birsel, Ahmet Mümtaz Taylan gibi genç-usta pek çok isim de yer almış. Ancak ben en çok MERT FIRAT’ı beğendim, muhteşem bir oyunculuk sergilemiş.
Zonguldak'ta yaşayan, iki genç şairin yeni yeni modernleşen bu madenci kentinde memuriyet hayatlarını sürdürürken, bir yandan da sanatla, edebiyatla ve en çok da şiirle sürdükleri yaşamları o yılların vebası olan veremin, iki genç şairin insanın da sağlığını mahvetmesini anlatır. Film bunun üzerine gider ama benim açımdan en az filmin güzelliği kadar, bölgede geçirdiğim o güzel yazların, orada yaşayan maden emekçilerinin zor ve çile dolu yaşamlarını, madene inmenin ne demek olduğunu( bende 450 metreye /hem de aynı ocakta KARADON Ocağı/ inmiştim.) olağanüstü anlatmış bu film.
Mimar Sinan demişti ya;
Çıraklık dönemim de: Şehzade Camii’ni
Kalfalık dönemim de: Süleymaniye Camii’ni
Ustalık dönemim de ise: Selimiye Camii’ni yaptım diye….
 Hani şöyle desem Yılmaz Erdoğan için;
Vizontele ve Vizontele Tuuba iyi çıraklık dönemi eserleri ise
Organize İşler ve Neşeli Hayat kalfalığını anlatır.
Ama Kelebeğin Rüyası tam bir ustalık eseridir. 

21 Şubat 2013 Perşembe

Berfo Ana için


105 yaşındaki Berfo Ana, öldü…
Oğlu Cemil Kırbayır, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında askerler tarafından götürülmüş ve bir daha kendisinden haber alınamamıştı. Kars’ta işkence ile öldüğü kesinleşti Cemil Kırbayır’ın ama o yine de oğlunun kemiklerini görmek ve mezarında oğlu ile helalleşmek istiyordu.
Kayıp yakınlarının yaptığı eylemlerin hemen hepsine katılmış ve oğlunu aramıştı. Sadece kendi oğlunu değil, herkesin oğlunu-kızını da aramıştı. PAŞALAR(ne demekse)Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın rahatsızlıkları nedeniyle gelmediği mahkemeye yaşına ve hastalığına rağmen ambulansla gelerek Evren'e beddua okumuştu.
"Ben geldim Evren de gelsin" demişti.
“Çık Kenan Evren, Ölesin Kenan Evren, Yere Giresin Kenan Evren” demişti.

Çünkü Kenan Evren “bir sağdan bir soldan astık”demişti.
Şimdi Berfo Ana öldü, Kenan Evren ise hala yaşıyor ve hala mahkemeye gitmiyor.
Oğlunun, Cemil Karabayır'ın mezarını göremeden öldü.
Berfo Ana "tek dileğim ölmeden oğlumun mezarını görebilmek" demişti.
"Oğlumun kemiklerini alana kadar ölmeyeceğim" de demişti. Ama olmadı işte…..
Beni burada arama
Arama anne
Kapıda adımı, adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne ağlama.
Kaç zamandır yüzüm traşlı
Gözlerim şafak bekledim
Uzarken ellerim kulağım kirişte
Ölümü özledim anne.
Yaşamak isterken delice
Ah..verebilseydim keşke
Yüreği avcunda koşan herbir anneye
Tepeden tırnağa oğula
Ve kıza kesmiş
Bir ülkeye armağan
Düşlerimle sınırsız
Diretmişliğimle genç
Şaşkınlığımla çocuk devrederken sırdaşıma
Usulca açıverdi yanağımda tomurcuk
Pir Sultan'ı düşün anne, şeyh Bedrettin'i
Börklüceyi
İnsanları düşün anne
Düşün ki yüreğin sallansın
Düşün ki o an güneşli güzel günlere inanan
Mutlu bir Yusufçuk havalansın
Beni burada arama
Arama anne
Kapıda adımı, adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne ağlama.
Yani benim güzel annem
Ala şafağında ülkemin yıldız uçurmak varken
Oturup yıldızlar içinde kendi buruk kanımı içtim
Ne garip duygu şu ölmek
Öptüğüm kızlar geliyor aklıma
Bir açıklaması vardır elbet
Giderken darağacına
Geride masa üstünde boynu bükük
Kaldı kağıt kalem.
Bağışla beni güzel annem
Oğul tadında bir mektup yazamadım diye
Kızma bana.
Elleri değsin istemedim
Gözleri değsin istemedim
Ağlayıp koklayacaktın
Belki bir ömür taşıyacaktın koynunda.
Yaşamak ağrısı asıldı boynuma
Oysa türkü tadında yaşamak isterdim
Ölmek ne garip şey anne
Beni burada arama
Cemil gelir dışarıda kalır diye kapısını kapatmayan,
Gelir de evi tanıyamaz diye evini boyamayan,
Berfo Ana,
“Oğlumun mezarı bulunmadan, kemikleri verilmeden beni mezara koymayın” demişti.
Kars Göle’de oğlu adına yaptırılan kültür evinin de açılışını tıpkı oğlunun kemiklerini göremediği gibi göremedi.
ŞİMDİ BİR İŞİMİZ VAR, YA, 12 EYLÜL’DEN 12 MART’TAN, 28 ŞUBATTAN ASKERİ/SİVİL TÜM DARBELERDEN HESAP SORACAĞIZ...
YA DA BERFO ANA YALNIZ YATACAK OĞLU OLMADAN…

18 Şubat 2013 Pazartesi

Alkol yok, kızılcık şerbeti verelim!


Son bomba Türk Hava Yolları'nın yurt içi uçuşlarda başlattığı alkollü içki yasağını yurt dışını da kapsar hale getirmesi ve 7 ülke ve 10 noktaya çıkarması oldu.
THY’nin, Mısır, Kuveyt, Pakistan, Irak, Somali, Senegal ve Nijer'de 10 kente yaptığı uçuşlarda içki servisini kaldırırken, gerekçe olarak da “talep azlığı ve lojistik zorlukları” gerekçe gösterdiğini basından okuduk.
Kendi ile çelişen THY, "Türk Hava Yolları yaptığı atılımlar ve hizmet kalitesiyle son iki yıldır Avrupa’nın en iyi havayolu şirketi seçilmiştir. Uçuşlarımızda verdiğimiz ikram dünyanın en iyi ikramı olarak kabul görmüş, hizmet kalitemiz yolcularımızın beğenisini kazanmıştır. Türk Hava Yolları 98 ülkede, 183 dış hat ve 36 iç hatta uçuş gerçekleştirmektedir. Bu hatlardan bazılarında belirtilen gerekçelerle uzun süredir içki servisi yapılmamaktadır. Yurtiçi uçuşlarda yapılan ikram servisinde sadece business yolculara içki servisi yapılmaktadır. Yurtiçindeki 36 hattın 20’sinde business kabin uygulaması bulunmamaktadır. İstanbul, İzmir, Antalya, Ankara, Bodrum ve Dalaman hatları dışındaki diğer hatlarda ise business yolcu ve içki talebi azlığı ile lojistik zorluklar nedeniyle içki servis edilmemektedir. Dış hatlarda ise sadece 8 ülkede, ilgili ülkelerle yapılan görüşmeler sonucunda gelen istek üzerine içki servisi yapılmamasına karar verilmişti. Bu ülkelerin bayrak taşıyıcı havayolu şirketleri de uçuşlarında içki servisi yapmamaktadır. Dünyanın en çok ülkesine uçan havayolu şirketi olan Türk Hava Yolları 90 ülkeye yaptığı seferlerinde ise ikram uygulamasına mevcut şekliyle devam etmektedir" açıklamasında bulunmuş.
Yahu hem bunları diyeceksin, hem işçilerini işten çıkaracaksın hem Avrupa’nın ve hatta dünyanın en iyi havayolu şirketi olduğunu söyleyeceksin, hem de talep az zaten lojistik sorunlar da var diyerek ALKOL sınırlaması getireceksin. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi?
Tabi ki bir başka sorun daha var o da yurt içi uçuşlar için eğer PARAN VARSA YANİ BUSİNESS KLAS isen içki içersin, parayla değil mi kardeşimmmm… EE parayla ise niye içirtmiyon da ülkeyi mali kayba sokuyorsun, Başbakan bunu duyarsa size kızar bak parmak işareti bile yapar.
Diğer bir iddia da dini hassasiyetler olarak dillendirilmekte. Mısır, Kuveyt, Pakistan, Irak, Somali, Senegal ve Nijer'e uçan diğer şirketlerde niçin bu yasak yok? Bunu nasıl açıklayacaksın?
Ey THY sen şuna açık açık biz;
Yakında başı açıkları da almaycaz,
Kadınlarla erkekleri de yan yana oturtmaycaz,
Hatta ve hatta uçakları haremlik selamlık olarak düzenliycez,
Uçakların içinde mescitlerde açcaz
desene..
İşte o zaman dünyanın en iyi havayolu olursunuz. O zaman kimler biner uçaklarınıza, Şanghay Beşlileri mi? Ama hava cıva bunlar değil mi? Biz yaptık oldu dersiniz. Olur biter.
Eh ne diyelim siz de alkol isteyenlere kızılcık şerbeti verir, hurma dağıtırsınız...
Soranlara da kan yuttum ama kızılcık şerbeti içtim dersiniz.

14 Şubat 2013 Perşembe

Korku ve korkan bir ülke


Son 30 yılda Türkiye'de aklın ve bilimin yerine inancın geçmesi, ağırlık merkezini inancın oluşturması ile aralanan kapı KORKU oldu.
Korku inançla ilgili doğrudan, bilgi ile de doğrudan ilgili değil. Bildiğimiz şeyden korkmayız, inandığımız şeyden korkabiliriz. Korkular da buradan kaynaklanıyor. Bilmek yerine inanmayı tercih etmek ya da ettirilmiş olmaktan.
Bu ülkede;
Süryani korkuyor; Malatya'daki gibi hayâları kesilip, kıçına bıçak sokulmaktan,
Ermeni korkuyor; Hrant DİNK gibi kalleşçe öldürülmekten,
Çingene korkuyor; Her an hırsız görülüp, takibata uğramaktan,
Alevi korkuyor; dinsiz ilan edilmekten, din dışı sayılmaktan,
Kürt korkuyor; Maraş'ta, Çorum'da olduğu gibi evleri işaretlenip ortadan kaldırılmaktan,
Başörtüsü takmış genç kız korkuyor; başörtüsünü çıkarınca sokağa çıkarılmamaktan,
İşsiz korkuyor; günün batması ile ondan ekmek bekleyen çocuklarına eli boş dönmekten,
Genç korkuyor; üniversiteyi kazanamamaktan, kazansa işsiz kalmaktan, anne babasından para isteyip sülük gibi yaşamaktan,
Kadın korkuyor; tecavüze uğramaktan, şiddet görüp dayak yemekten,
Yaşlı korkuyor; hastalıklarını tedavi ettirememekten,
Engelli korkuyor; evden dışarı çıktığında sürünmekten.
Korkunun en yalın halinde bilmemek var. Herhangi bir şeyin bilgisine sahip değilsen korkunun imparatorluğu boğazına çöküyor. Bilgi, korkunun düşmanıdır. Hani bir büyüğümüzün dediği gibi "illa kurt olacaksan kitap kurdu olacaksın". Bilgi ve bilinç, onları edinmek için çaba göstermeye bağlı.
Genel ve toptancı değerlendirmeler, birini diğerine eşitleyen ya da yok sayan açıklamalarla, atasözündeki gibi "yarı hoca dinden, yarı doktor candan ediyor".
Toplumu kuranlar(saat kurar gibi) bu korkularla dans ediyorlar, bu korkularla toplumu yönetiyorlar. Ama bilgi de akılla ve bilimle gelişiyor. Akıl ve bilimi egemen kılmaya çalıştığında o ortadaki griler kendi rengine dönüyor, aslına rücu ediyor. Toplumsal katmanlar ya da sınıfların kendi cellatlarına aşık olduğunu görüyorsun. Kendinde olmak bir yana ianeleştirilmekten, dilenci, arsız bir hale döndüklerini görüyorsun için acıyarak.
Açıkça söylemek gerek kendini IMF'den, ABD'den, AB'den, NATO'dan bağımsızlaştırmayı fikri olarak bile ifade edemeyenlerin arasında bir fark kalmıyor diye. Savaşı esas alan ve saldırganlığı yapılacak ilk görenlerle, barışı sağlamaya çalışanları ayıramazsan korkuların seni yeniyor.
Salatalığa, hıyar deyince sadece adı değişiyor ama tadı değişmiyor.
Farklı gibi görünenlerin aynı olduğunu, aynı ekonomik politikaları aynı ustalıkla 8 yaşında bir yetmenin ilk sevgilisine kendini ispat etmeye çalışması gibi "en iyi ben uygularım" Romeoluğunda görüp onları aynılaştırmak gerekiyor. Bu korkuyu yenmeye ilk adım aslında. İkinci adım belki daha önemli çünkü 2013 yılından tarihe bakınca gizli ajandası olduğu kabul edilenlerin-ki varsa da yoksa da- yenileceği, egemenliklerinin ortadan yok olacağı ve tarihin çöplüğüne atılacağı yer onların yok sayılmasından, yok edilmesinden geçmiyor, darbelerden de geçmiyor tabi ki.
Camiden çok okul yapmaktan, imamdan çok öğretmen yetiştirmekten, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ilga etmekten geçiyor. 30 yıldır bu ülkenin solcularını, devrimcilerini, öcü gibi görmekten vazgeçmekten geçiyor. Sokakta, evde, işte, okulda var olmaktan, her yerde aklı ve bilimi var kılmaktan ve korkunun imparatorluğuna karşı, bilimin ve aklın rehberlik ettiği bir mücadeleden geçiyor.
Öte yandan elimizde bir de ayraç olmalı. Terzi diliyle mastar olmalı. Yoksa birini diğerinden nasıl ayıracağız. Eğer partiler demokratik değilse, vekiller ve adaylar halkın değil genel başkanların seçtikleri ise, bir gecede bakanlar değişiyor ve yerine yenileri geliyorsa ve korkularla dolu bu toplumda, kendini ülkenin sahibi zanneden babalar gibi satan musluk bende diyerek kentlere TOKİ'ler ve kapı önlerine yığılan kömür poşetleri oyları parselliyorsa...
Karanlık bir Türkiye tablosu çiziyorum. Ama tam tersine beni tanıyan herkesin bildiği gibi oldukça iyimser ve geleceğin daha iyi olacağını düşünen birisiyim.
Örneğin ben etnik unsurların varlığından ülkenin bölüneceğine "inanmıyorum", biliyorum ki etnisite bölücü değil bütünleştiricidir. Asıl bölücü olan insanları kompartımanlara koyup tasnif etmektir. Bunlar var ve mutlu yaşasınlar demekten bir bölünme çıkacağını düşünmediğim gibi, Süryanisi, Çingenesi, Keldanisi, Çerkezi, Kürdü, Türkü, Ermenisi, Lazı ve diğerleri bu topraklarda bin yıllardır kardeşçe yaşıyor, bunu bilirim. Mardin'de Türkçe-Kürtçe ve Arapçadan oluşan ortak bir dil olduğunu, günlük yaşamda bunun kullanıldığını bilirim. Süryani Hristiyanların, Müslüman Kürt çocuklarına Telkari adlı gümüşten elişi yapımı öğrettiğini bilirim.
Trabzon'da adı Hatice olan ama Müslüman olan ve tek kelime Türkçe bilmeyen Pontuslu kadının biçtiği çayı keyifle içtiğimi bilirim. Güney doğu Torosların yüksek yaylalarında yayık ayranı için keçi derisini yüzen Türkmen Alevilerin türkülerini de bilirim. Bunları çoğaltmak mümkün mü elbette…
Etnik yapıları öne çıkarmıyorum tam tersine sadece yok saymıyorum.
Yok sayarsak içinde bulunduğumuz coğrafyanın kâbus olacağı doğrudur. Bu kaygıları boş da değil. Ancak Türkiye hiç bir zaman laik bir ülke olamadı. Hala da laik değil. Bu gidişlede hiç olmayacak gibi. Tam tersine şeriatla yönetilen bir ülkeye doğru gidiyoruz. O nedenle laiklik elden gidiyor diyenleri görünce laiklik sabun mudur ki elden kaysın diye alkımdan geçiriyorum hep. Zorunlu din dersi olan bir ülke nasıl laik olur, Diyanet İşleri Başkanlığı Sünni Müslümanların elinde olan ve diğerlerini yok sayan bir ülke nasıl laik olur. Sizce buradaki tek sorun laiklik mi?
Yaşadıklarımız, hatta tam tersine ne karpuz gibi ne de Mekap ayakkabının tabanı(bizler gençken MEKAP ve ESEM diye iki marka spor ayakkabı vardı. İkisi tüm farklı dış görünüşlerine karşın kötü ve kalitesizdi. Mekap'ın poliüretan tabanı aynen karpuz gibi yarılırdı topa sertten bir vole çakınca.)Tüm bunlar hiç bir şekilde yarılamamış olmanın sonucu. Keşke yarılsaydık. Keşke kutup olabilseydik. Kutup olmak için en az iki farklı olmak gerek. Tek fikrin kutbu olmuyor ne yazık. Keşke farklılıklarımızı görüp buradan zenginliğimizi yaratabilseydik.
KORKU işte anahtar sözcük bu.
Ben çocuktum.-ki yaş kemale erdi- neredeyse dede olacağım, korkular ise hala var ve eskisinden daha da kavi.