25 Eylül 2010 Cumartesi
10 Eylül 2010 Cuma
NAZİZM ‘DEN TAYYİPİZM’E GİDEN YOL HARİTASI NEREDEN GELİYOR???
Saat
10.00 1 Nisan, 1933. Halkı boykota çağıran SS üyeleri: "Deutsche! Wehrt
Euch! Kauft nicht bei Juden!" (Alman milleti kendini savun ve Yahudilerden
alış veriş yapma.) demişti. BİZDE DE OLMADI
MI? LAHMACUN YEMEYİN, KÜRTLER KAZANIYOR, ONLARDAN, ONLARIN MARKETLERİNDEN ALIŞVERİŞ
YAPMAYIN DENMİŞ VE ÇEŞİTLİ ALIŞVERİŞ MERKEZLERİ TAŞLANMAMIŞ MIYDI???
Hitler'in
1933 yılında başa geçmesi ile birlikte, Yahudilerin haklarının kısıtlanması
uygulamalarına başlandı. Önce Yahudi
memurların ve Yahudi hukukçuların görevden alınmalarını sağladı. ALLAH ALLAH BU GÜNÜMÜZDE BİRŞEYE VE BİR
ÜLKEYE BENZİYOR AMA…BİZDE DE ÖNCE HUKUK SONRA ASKER SONRA MEDYA ELE
GEÇİRİLMEMİŞ MİYDİ???
1935
yılında Yahudilerin durumu tekrar daha da kötüleşti; Yahudilerin doktorluk,
eczacılık, askerlik ve birçok diğer meslekleri yapması yasaklandı. 1935 yılının
Haziran ayında Berlin'de tekrar Yahudi dükkânlarının harap edildiği bir
ayaklanma gerçekleşti. BENZERİ YAKIN MI
ACABA???? SIRA BUNLARA GELMİYOR MU???
Nazi
Soykırımı, Yahudi Soykırımı, ya da Ha-Shoa (İbranice: השואה Felaket); Almanya'nın Nazi döneminde yaklaşık
6 milyon kişinin (kaynaklara göre ölü sayısı değişir) sistemli bir şekilde
öldürüldükleri katliama verilen isimdir. Yahudiler başta olmak üzere Sintiler,
Romanlar, Yenişler ve diğer "Çingene" kabul edilen insanlar, Nazi
aleyhtarı Almanlar, engelliler, eşcinseller, Yehova şahitleri, savaş
tutsakları, Lehler ve diğer Slavlar da bu katliamın kurbanları olmuşlardır. Naziler
olayları zaman zaman "Yahudi problemine nihaî çözüm" olarak
tanımlamışlardır. AAAA BUNU DA BİLİYORUM YA NE DEĞİŞİK BU DÜNYA DEMEK Kİ HALA “NİHAİ
ÇÖZÜM”LER PEŞİNDE, AKP’NİN SIFIR SORUN VE NİHAİ ÇÖZÜM FORMÜLLERİ BUNA
BENZEMİYOR MU?
Bu
insanların öldürülme nedeni, Nazi döneminde doruğuna varmış olan Yahudi
nefretinin ve Nazi ırkçılığı görüşüne göre "yaşamaya hakkı olmayan
alt-sınıf ırklar" olarak görülmüş olmalarıydı. Öldürülen insanların yanı sıra, aralarında
Afrika kökenli Almanların da olduğu binlerce kişi ise zorla kısırlaştırıldı. 15
Eylül 1935 tarihinde "Nürnberg Kanunları" çıkarıldı. Bu kanuna göre,
Ari ırktan olmayanlar "alt sınıf"-insanlardır ve ari ırkına ait
insanlar ile evlenmeleri yasaklandı. 5 Ocak 1938'de Yahudileri tipik bir Yahudi
ön ve soyadı taşımaya mecbur kılan yeni bir yasa çıkarılır. Yahudi olan bir
kimse artık devletten sosyal yardım alamaz. Yahudilere birçok diğer meslek
yasaklanır. Yahudi öğrenciler Alman öğrencilerden ayrılırlar. Berlin'de 1600
Yahudi toplanır ve kapalı kamplara götürülür. Bu haber yayıldığında Yahudilerin
işsizlerinden ve en fakirlerinden bir kısmı yurtdışına göç eder. Kısa bir zaman
sonra Yahudilerin kaçmaları da zorlaşır. Birçok ülke Yahudi göçmenleri geri
çevirmeye başlar. BİZİM DE BAŞIMIZA BÖYLE
BİR ŞEY GELİR Mİ NE DERSİNİZ? HATTA DAHA İLERİ GİDİP SÜNNİ OLMAYAN MÜSLÜMANLARA
DA SIRA GELİR Mİ? NE DERSİNİZ???
NSDAP
yani Nazi partisi 1938 yılının Kasım ayında birçok ayaklanma organize eder. En
şiddetli ayaklanma 9-10 Kasım'da gerçekleşen "Kristal Gece"dir. Bu ayaklanmada
yüzlerce yıllık sinagoglar, Yahudilerin dükkânları, evleri ve diğer mülkleri
yakılır ve yaklaşık olarak 400 Yahudi öldürülür. Diğerleri dövülür ve
aşağılanır. Bundan sonraki birkaç gün içinde yaklaşık 36.000 Yahudi toplama
kamplarına taşınır. Bu ayaklanmaların amacı, aslında halkın ne türlü bir tepki
göstereceğini tespit etmektir. EVET EVET
ACABA ÜLKEMİZ NASIL BİR TEPKİ GÖSTERECEK……Hitler'in sağ kolu Goebbels bu
ayaklanmalardan sonra gazetelere şu başlığı bastırır; "Halkın ruhu kaynadı ve sonunda taştı".
II.
Dünya Savaşının başlaması ile birlikte, 1 Eylül 1939'da asıl Yahudi soykırımı
başlamıştır. Bütün Yahudilerin soyunu tüketme kararının 1941 yılının Ekim
ayında mı yoksa yaz zamanında mı verildiği konusunda tarihçiler aynı fikirde
değillerdir. Adolf Hitler aslında bu kararını 1925 yılında yazdığı "Mein
Kampf" (Kavgam) adlı kitabında çoktan açıklamıştır.
1939
yılında Almanya'da bulunan bütün Yahudilerin toplanıp Polonya'da gettolara
yerleştirilmeleri kararı verilmiştir. 1940 yılında Polonya’daki gettoların
sayıları hızla artmaya başlar. Bu gettolarda açlıktan, soğuktan ve salgınlardan
çok insan ölür. Gettolarda ölüm artık o kadar doğal bir şeydir ki kaldırımlarda
açlıktan ölmek üzere yıkılan insanlarla ve yığılı duran cesetlerle kimse
ilgilenmez. YAHU BU SAKIN HATAYDAKİ
MÜLTECİ KAMPLARI GİBİ OLMASIN, HEM KİMSE DE ZİYARET EDEMİYOR NASILSA….. TABİ BU
BİR YANLIŞ ANLAMAYA DA YOL AÇMASIN, SÖZÜNÜ ETTİĞİM ESAD YANDAŞLARINI BU KAMPA
TOPLADIK VE YOK EDİCEZ TONUNDA DEĞİL, BU BİR DENEME OLMASIN SAKIN, YAKIN GELECEKTE
BU ÜLKE HALKLARINDAN BİRİLERİ DE BU KAMPLARDA TUTULMASIN….
9
Ekim 1941den itibaren bütün Yahudilerin iyi görünür şekilde bir Davud'un Kalkanı sembolü taşımaları
zorunlu kılınır. Hala Almanya'da yaşayan son Yahudilerin evlerine "Burada
bir Yahudi oturuyor" diye bir yazı ya da bir Davud'un Kalkanı resmi
bırakılır. O zamana kadar rahat bırakılmış 65 yaş üzeri Yahudiler de kamplara
götürülürler. ACABA BİZ NE SEMBOLÜ
KOYMALIYIZ ONA KARAR VEREMEDİM. ÜLKEMİZDE DE KÜRTLERE- ERMENİLERE – LAZLARA-
ALEVİLER NE BİLEYİM “BİZDEN OLMAYAN”- NE DEMEKSE- HERKESE BÖYLE BİR ŞEY YAPSAK
NE İYİ OLUR DEĞİL Mİ????? ASLINDA BU DA OLDU DEĞİL Mİ? ADIYAMAN VE MALATYA’DA ALEVİLERİN EVLERİ İŞARETLENMİŞTİ.
19
Ekim 1941'den sonra medyaya bu konu hakkında haber yayınlamak yasaklanır.
TAMAM, BAŞBAKAN BU NEDENLE MEDYA
PATRONLARINI TOPLADI VE ONLARA MEŞHUUUR PARMAK İŞARETİNİ YAPTI VE SIK SIK
TELEVİZYONLARA ÇIKIP BAŞBAKAN BUNU TEKRAR TEKRAR YAPIYORDU. ŞİMDİ ANLADIM
Almanya'daki son Yahudilere et, buğday, süt,
bal gibi gıdalar verilmesi yasaklanır. Artık hasta Yahudilere ilaç vermek
yasaklanır. Yahudilerin bir mahkemeye başvurma hakları da ellerinden alındıktan
sonra, artık Almanya'da kalan en son Yahudiler avlanmayı bekleyen kurbanlardan
farksızdır..
EH SIRA BİZE DE
GELİR!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Ne
yazık ki bu güzel ülke ve bu güzel ülkenin güzel insanlarını oluşturan halklar
şimdi tamda 1930’ların kafasıyla işleyen yeni Muhafazakâr Müslüman Liberallerin
yeni faşizmiyle karşı karşıya…..
Türkiye
2 alanda açık savaş yürüten bir ülke oldu. Birincisi kendi toprakları içinde
Kürtlerle savaşırken, ikinci olarak ise açıktan(öyle demiyorlar ama) Suriye’deki
savaşın tarafında (adının neden Özgür Suriye Ordusu olduğunu bilmediğimiz) ESAD
yandaşlarına karşı savaşıyor. ESAD’ı ve rejimini bende sevmem ve eleştiririm
ama bu Türkiye’nin ve hükümetinin derdi mi yoksa Suriye halkının derdimi bunu
görmek gerek.
Ne
ilginç değil mi? Türkiye giderek 1930’ların Almanya’sını andırmaya başladı.
Burada ki soru: Almanya’da Nazileri iktidara kim taşımıştı. Yanıt ortada ALMAN
HALKI….
Gerçek soru ise sanırım şu:
Türkiye Halkları olarak bizlerde
benzerini yapacak mıyız? Yoksa irade gösterip kardeşçe ve barış içinde bir
ülkeden bir arada yaşayacak mıyız ve de yükselen bu faşizme dur diyebilecek
miyiz???????
13 Ağustos 2010 Cuma
TERCİHİMİZ KİMDEN YANA OLACAK
Cumhurbaşkanı’na mı Başbakan’a
mı kulak vereceğiz?
Başbakan Rize’de Sanko Holding’e ait HES’in açılışını
yapmadan ince YARSAV’a çatıyor ve “bu örgütü başka yöntemlerle ele almak
gerekir” diyordu. “Bizim yargıya saygımız sonsuz ama bunlar nasıl yargıçlar
anlamak mümkün değil demekteydi. Yargı kararlarına saygı göstermek gerekir
demekteydi.” Ama anlaşılan Başbakan’ın kararlara saygı gösterebilmesi için
birkaç şeye ihtiyacı vardı. Bunlardan ilki yargıçlar kendi istediği gibi olacaktı,
ikincisi ya yargı karar vermiş olmalıydı ya da kendisini yargı yerine koyup
başbakan karar vermiş olmalıydı yoksa daha davası devam eden santrali açarak
neden yasaları ve hukuku çiğnesindi. İkincisi yargıya konu olan şey sermayenin
ayağına bağ olmamalıydı. Rize’de açılışta “Bazı çevreci adı altında tipler
gruplar çıkıyor yalan yanlış bilgilerle vatandaşımı yanıltıyorlar. Akarsular ve
dereler satıldı diyorlar. Bunlar tamamen dört dörtlük yalan.” derken fikrini
serdediyordu.
Şimdi de gözümüzü Rize’den İstanbul’a Boğaziçi’ne çevirelim.
12 ülkeden 130 sporcunun yarışacağı 2.Cumhurbaşkanlığı Yelken Yarışları için Fenerbahçe
Burnu'nda düzenlenen törende konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Yelkenleri
görüyoruz ama ufukta tankerler var. Bu tankerler İstanbul Boğazı'ndan geçiyor.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey söz konusu değil. Tabii ki hukuki konular
söz konusu olunca bazı şeyleri engellemek mümkün değil. Ama hukukun ötesinde
çevre bilinci, insanların saygısı ve sorumluluk duyguları bazen hukukun da üstüne
çıkabiliyor. Hukukun engellemediği yanlışlıkları engelleyebiliyor. Sivil toplum
örgütlerini, çevre kuruluşlarını, basını bu konuda daha fazla duyarlı olmaya;
İstanbul'u, Boğaz'ı bu tankerlerden uzak tutmaya çalışmak için bir gayrete
davet ediyorum" diye konuşuyordu.
Biliyorsunuz referandum yakında şimdi merak ediyorum
Cumhurbaşkanı’na mı? Başbakan’a mı? Hayır diyeceğiz. Başbakan bazı çevreci
tipler ülkeye engel oluyorlar derken Cumhurbaşkanı çevrecileri göreve
çağırıyor. Yoksa bunlar bizim bildiğimiz çevrecilerden değil mi? Belli mi olur
her şeyin ikizini yaratan bu iktidarın belki de kendi çevrecileri vardır. Belki
Cumhurbaşkanı onları göreve çağırıyordur. Biz yanlış anlıyoruzdur.
Rize’de Başbakan HES’i açarken en çok alkışlayan Enerji
Bakanı Taner Yıldız, EMO'nun elektrik dağıtım ihalelerini yargıya taşıyacağı açıklamasına
sert tepki göstermiş. "Kimse Türkiye'ye ayak bağı olmasın" diyen
Bakan Yıldız, "Elektrik dağıtım özelleştirmeleri bir varlık satışı değil
sadece elektrik dağıtım hizmetinin özel sektör eliyle yürütülmesidir. Aklına
estikçe mahkeme gidenlerle uğraşmamız lazım." buyurmuş. TBMM Enerji
Komisyonu Başkanı Hasan Ali Çelik ise, "Nedense ülke yararına olan bu
özelleştirmelerde daima 'İstemeyiz' diyen bir grup var. Ülke yararına bu
faaliyetlere karşı çıkmak ülke kalkınmasına karşı çıkmaktır" demiş. Tabi olay bu kadarla kalmıyor. Tüm bunlar
olurken bugünün (13.08.2010 Sabah Gazetesi) gazetelerinde patronlar da konuşmuşlar.
Ağaoğlu Şirketler Grubu Başkanı Ali Ağaoğlu, Başbakanı’ndan bile cevval diyor
ki “Türkiye’nin kalkınması ve gelişmesi için sivil toplum örgütlerinin
faaliyetlerinin 10 yıl süreyle kapatılması gerek” buyurmuş. Bu fikir size
tanıdık geliyor mu? Başbakan’da YARSAV için benzeri sözleri söylememiş miydi?
Bakın MMEKA yani Karamehmet’in ortağı Mehmet Kazancı neler demiş, “Davalar
özelleştirme süreçlerini uzatıyor”. Son dönemde yıldızı parlayan inşaat şirketi
Varyap’ın Varlıbaş Yönetim Kurulu Başkanı Süleyman Varlıbaş, “Bu davalar haklı
ya da haksız devletin ekonomisini ve şirketleri büyük zarara uğratıyor,
süreçleri yavaşlatıyor. Davayı açanların haksız olduğu durumda devleti ve
şirketleri uğrattıkları zararı tazmin
etmeleri yönünde düzenleme yapılmalı.”hükmetmiş. Bakın en son sivil toplum
örgütleri ne zaman kapatılmıştı? Kimler kapatılmasını istemişti? Hatırlıyor
musunuz? 12 Eylül 1980’de faşist darbede. Aradan geçen 30 yıl ve Başbakan şimdi 12 Eylül ile hesaplaşacağını ileri
sürüyor. 30 Yıl önce patronlar söylemiş
askerler yapmıştı, şimdi yine patronlar söylüyor Başbakan’a yapmak düşüyor. İktidar
Türkiye’yi bu patronlarla geleceğe taşımıyor mu? Kolay mı? Bunca ağız birliği,
dil birliği, akıl birliği başka türlü nasıl olacak? Hem zaten necip Türk
Müteahhit ve patronları son derece isabetli ve doğru kararları hep vermiyorlar
mı? Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin(ÇED) ilk çıktığı günden bu
yana yer seçimlerinde %98 doğrulukla karar vermemişler mi?
Velhasılı kelam;
1. 12 Eylül Referandumunda Başbakan’a
hayır diyeceğiz. Çünkü 12 Eylül’le hesaplaşamayacağını biliyoruz ve yatırımlar, özellikle uygun olmayan yerlere
yapılmak istenen yatırımlar konusunda bizim gibi düşünen insanların hukuka
başvuru yollarının ortadan kaldırılmasına engel olacağız. İki vesayet arasında
kırk katır mı kırk satır mı tercihi yapmak yerine başka bir dünya mümkün
diyeceğiz.
2. Sorunu sivil toplum örgütlerini
kapatma tehdidiyle çözmeyi önerenlere inat vesayetin her türüne karşı
çıkacağız. Darbeleri sadece askerlerin yapmadığını, faşizmi sadece elinde silah
olanların kurmadığını bileceğiz. Patronların itiraz edenleri yok etme
yöntemlerinin geçerli olmadığı bir ülke isteyeceğiz ve mücadele edeceğiz.
3. Başbakan, Cumhurbaşkanı karşısında
nasıl bir tutum sergileyecek araları bozulur mu bilemeyiz? Ama
Cumhurbaşkanı’nın çevrecilere olan davetine icap edecek ve her şeye burnumuzu
sokmaya devam edeceğiz.
4. Tek amacı kar elde etmek olan ve ülke
toprağının değerini dolarla ölçen, kalkınma denilen aldatmacanın kendi
yatırımlarından başka yollardan geçebileceğini her nedense düşünemeyen necip
Türk patronlarına yatırım yeri seçiminde daha dikkatli nasıl olacaklar
göstereceğiz.
5. Havamızı, suyumuzu, toprağımızı ve
canımızı koruyacağız. Özellikle bu iktidar tarafından başörtüsü ve inanç
temelinde özendirilen insan hakları yanında doğanın da hakları olduğunu,
Rize’de yaşam alanı bozulduğu için üreme alanı kalmadığı için bölgeden kaçan
Atmaca’nın yaşam hakkını savunmaya, kirlenen gölde nefes alamayan Turna’nın
yaşamını desteklemeye devam edeceğiz.
6. Yani Enerji Bakanı’nın söylediği gibi
ayak bağı, başka bir Bakan’ın söylediği gibi çıkıntılık yapan olacağız.
Başbakan’a pankart yazan Rize köylüsü gibi Nineme, Dedeme ve Dereme Dokuma
demeye Havama, Suyuma, Toprağıma, Geleceğime, Ülkeme dokunma demeye devam
edeceğiz.
25 Temmuz 2010 Pazar
EİNSTEİN Der ki !
HİROŞİMA
VE NAGASAKİ’YE ATOM BOMBASININ ATILMASINDAN 65 YIL SONRA
NÜKLEER
ENERJİ NÜKLEER BOMBADIR
Türkiye
uzun bir süredir nükleer enerji edinmek istiyor, bununla ilgili bir çok adım
attı ama artık bir sona gelindi. 12 Mayıs 2010'da Ankara'da imzalanan işbirliği
anlaşması TBMM Genel Kurulunda, Türkiye
ile Rusya Arasında Akkuyu'da Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine
Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşmayı Onaylayan Kanun Tasarısı, adıyla kabul
edilerek yasalaştı ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. AKP hükümeti
12 Eylül’le 12 Eylül referandumunda hesaplaştığını ileri sürdüğü gibi bu
yasayı da 15 Temmuz 2010’da yani nükleer bombanın atıldığı tarihte yaparak
kendi durumunu daha da trajik hale getirmiştir.
Anlaşmaya
göre, iki ülke; nükleer güç santralinin tasarımı ve altyapı dahil olmak üzere
inşası, santralin güvenilir şekilde işletilmesi, santralde üretilen elektriğin
alım-satımı, kullanılmış nükleer yakıtın taşınması, santralin sökümü,
personelinin eğitimi, Türkiye'deki yakıt üretim tesislerinin kurulması ve
işletimi de dahil, nükleer yakıt döngüsü gibi konularda iş birliği
yapacaklarmış. Rusya Federasyonu Devlet
Atom Enerjisi Kuruluşu (Rosatom) ve T.C.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından yürütülecek olan bu çalışma ile
imza tarihinden itibaren 3 ay içinde proje şirketinin kurulması için gerekli
işlemleri başlatılacakmış. Nükleer güç santralinin toplam kurulu gücünün 4 bin
800 megawattlık 4 üniteden oluşması planlanmış. Şirket, nükleer güç santrali
tarafından üretilen elektrik de dahil olmak üzere, santralin sahibi olacakmış
ve Rus yetkili kuruluşlarının şirketteki
toplam payları, yüzde 51'den az olmayacakmış. Şirket, elektrik satın alma
anlaşmasının sona ermesinin ardından nükleer güç santralinin her bir ünitesi
için işletmeye girişten 15 yıl sonra net karın yüzde 20'sini Türkiye'ye
verecekmiş ve bu ödeme, santralin ömrü
boyunca devam edecekmiş. Şirket, ilk 7 yılda 1. üniteyi devreye sokacak daha
sonra art arda birer yıl aralıklarla 2, 3 ve 4. üniteleri ticari işletmeye
alacakmış. Türkiye, nükleer güç santrali yapılacak sahayı, mevcut altyapısıyla
birlikte bedelsiz olarak, santralin söküm sürecinin sonuna kadar şirkete tahsis
edecekmiş. Proje şirketi, EPDK’dan elektrik üretimi lisansı almasından sonraki
30 gün içinde, 4 ünite için sabit miktarlı elektriğin alınması amacıyla Türkiye
Elektrik Ticaret ve Taahhüt Anonim Şirketi (TETAŞ) ile elektrik satın alma
anlaşması imzalayacakmış. TETAŞ, proje
şirketinden santralde üretilmesi planlanan elektriğin ünite 1, ünite 2 için
yüzde 70'ine ve ünite 3, ünite 4 için yüzde 30'una karşılık gelen sabit
miktarlarını, her bir güç ünitesinin ticari işletmeye alınma tarihinden
itibaren 15 yıl boyunca KDV hariç 12,35 ABD senti/kWh fiyattan satın almayı
garanti edecekmiş. Sonunda Türkiye’de
nükleer güce kavuşmuş olacakmış. Basitçe görüleceği gibi ballı börek bir
anlaşma ile kendi toprağımıza nükleer santrali kurdurup, üretilen elektrik
enerjisini almayı garanti edip, yine birilerini zengin edeceğiz.
Einstein
der ki “aynı hataları tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar elde edeceğini sanmak
ahmaklıktır.” İnsanlığın nükleer enerji ve dolayısıyla nükleer bomba ve onun
yıkıcı insanlık dışı etkileri ile tanışmasının üzerinden 6 Ağustos 2010 Cuma günü tam 65
yıl geçmiş olacak.
İkinci
Dünya Savaşı sırasında, Manhattan
Projesi adıyla, 1942 yılında ABD'nin
New Mexico eyaletindeki Los Alamos bölgesinde gizlice bir grup ünlü biliminsanı
toplandı. Robert J. Oppenheimer öncülüğünde 3 yıl çalıştıktan sonra ilk nükleer bombayı yapmayı
başardılar. İlk atom bombasının denemesi
16 Temmuz 1945 günü Meksika sınırına
yakın Alamogordo çölünde
gerçekleştirildi. "Trinity"
kod adlı bu denemede patlamanın şiddeti inanılmazdı. Hesaplanan patlama 16 bin ton dinamitin patlamasına eşdeğerdi
ve o güne kadarki bombalardan çok daha şiddetliydi. Bu başarının üzerine atom
bombasının Japonya’nın iki önemli şehrinde kullanılması kararlaştırıldı.
6 Ağustos 1945 sabahı ilk atom
bombası Enola Gay isimli bir bombardıman uçağı ile Hiroşima’ya atıldı. 3 gün sonra, 9 Ağustos 1945 günü ise ikinci atom bombası, Bockscar isimli uçaktan Nagasaki'ye
atıldı. Bu iki bomba, patlama, ısı, radyasyon gibi etkileri ile, 100 bin üzerinde insanı öldürdü.
Amerika bombalamaya devam edeceğini açıklayınca, 15 Ağustos'ta Japonya teslim
oldu. ABD’nin ve Savaş Baronlarının ne denli insafsız ve insanlık dışı
olduklarını anlamak için şunu belirtelim. Diyelim ilki bir hataydı bombayı
attınız ve sonucu gördünüz, ikinciyi görülen sonuca karşın atmış olmak işte bu
kapitalizmin gerçek yüzüdür.
Kapitalizm
geçen 65 yıl içinde nükleer macerasında bir çok kavşak noktası geçti. Sadece
nükleer enerji santralleri kurmakla kalmayıp, yüz binlerce bomba, füze sistemi
üretti ve bunları birbirine karşı tehdit olarak kullandı. Savaş sonrası süreç
ve o süreçte büyüyen insanlar bu tehdit ve nükleer tehdidin yarattığı krizlerle
büyüdü ve günümüze geldi. Artık hemen her ülke nükleer santrallerden elde
edilen enerjiden kurtulmak için çözüm arıyor. Gerek kıta Avrupası ve gerekse
dünyanın kalan kısmında ömrünün sonuna gelmiş santrallerin nereye
gönderileceğine dair stratejiler tartışılıyorken Türkiye nükleere ellerini
bulaştırmakta giderek acele ediyor. Oysa
bu ülkenin bir Enerji Master planı yok. Hiç olmadı. Öyle görünüyor ki
olamayacakta. Oysa böyle bir plan olsa idi
belki de bu tartışmayı hiç yapmıyor olacaktık. Ülkemizdeki binalar için
enerji kimliği uygulamasının ertelendiğini-ki bu sadece yeni binalar için
geçerli olacaktı, eskiler için 2017 yılına kadar süre verilmişti- gazeteler
yazdılar. Ülkemiz önce aynı enerji miktarı ile daha çok iş üretmek anlamına
gelen enerjinin etkin ve verimli kullanımı için adımlar atmalıdır. Bir vade
içinde ülke içindeki tüm sarfiyatların kontrol altına alınmasının politikaları
üretilmelidir. Sorun salt bir enerji arzı sorunu olarak ele alınamaz. Bu sorunu
aynı anda enerji talebini düzenlemeyi hedefleyen bir biçimde ele almak gerekir.
Türkiye artık enterkonnekte bir sistemle enerji taşımaktan vazgeçmelidir.
Enerjiyi lokal olarak üretmeyi ve tüketmeyi hedefleyecek bir yapıya geçmelidir.
Enerji portföyünü nasıl düzenleyeceği konusunda bir tartışma yapmalı ve gelecek
dönemin politikalarını belirlemeli ve UYGULAMALI dır. O zaman ülkenin kuşatma
altında olduğu HES konusu da benzeri biçimde çözüme kavuşmuş olacaktır. Kritik
soruyu da yanıtlamak mümkün neden az
gelişmiş ülkelerde daha az santral var? Çünkü kapitalizmin sürekli büyümek
zorunda olan üretim matrisi hep daha çok enerjiye gereksinim duydu. Daha çok
enerji daha çok üretim demekti. Az gelişmiş coğrafyalar kapitalizmin etki
alanında dönüşmeye başladıklarında nükleer enerjinin sorunlu bir çözüm olduğu
çoktan açığa çıkmıştı.
Unutmayalım nükleer
enerjiyi eğer Hititler icat etmiş olsaydı. Biz bu gün onlardan kalan nükleer
çöp ve atıkları ne yapacağımızı tartışıyor olacaktık ve dahi nükleer sızıntılar
yüzünden hastalanan binlerce insanımızı tedavi etmeye çalışacaktık.
Dedik
ya aynı hatayı tekrar tekrar yaparak farklı sonuçlar elde edileceğini sanmak
ahmaklıktır.
15 Haziran 2010 Salı
ANADOLU VE EV VE KENTSEL DÖNÜŞÜM VE DE GÜNÜMÜZ
Anadolu’nun tarihi en eski
çağlardan başlar. Hititlere kadar (İ.Ö. 1680-1220), Yakın Doğu Kavimler Göçü
diye adlandırılan yani ilk tunç çağında Akadlar, Asurlular, Akalar, Kizzuvatna
Krallığı bölgede hüküm sürmüştür. Orta Tunç Çağından sonra yani Hititler
sonrasında İyonyalılar, Frigyalılar, Troyalılar, Lidyalılar, Persler,
Pontuslar, Ermeniler, Romalılar, Demir çağını bu topraklarda geçirdiler. Orta çağdan sonra ise Bizanslılar, Selçuklular,
Klikyalılar, Artuklular, İlhanlılar, Osmanlı İmparatorluğuna kadar bu
topraklardan geçmeyen kalmamıştır. Bu topraklar Büyük İskender’i de, haçlı
ordusunu da görmüştür.
İşte Anadolu’daki ev mirası, bu
nedenle dünyanın birçok bölgesinden daha zengin ve daha çeşitli bir yapıya
sahiptir. Yerel yapı gelenekleri ve ev biçimleri ilk çağlardaki megarondan günümüze
kadar gelen bir süreklilik de ve dönüşüm de gösterir.
Doğunun ağırlıklı taş dokusu
kuzeyde yer yer ahşap taş dokuya ve doğrudan ahşaba geçmiş, İç Anadolu’nun
binlerce yıllık kerpiç mirası doğuya doğru taş kerpiç, batıya doğru dizi ve
dolgular oluşturmuştur.
Kuzey ve güneyde ise ahşapla
birleşerek Anadolu’nu önemli geçmişini yaratmış, batının ve Ege’nin farklı bir taş doku
geliştirdiğini bu tarzın Balkanlarda kendini tekrarladığını gözlemek her zaman
olanaklı olmuştur.
Öte yandan sofa, eyvan ya da
hayat adına ne derseniz deyin Anadolu evinin önemli özelliklerinden birisi olan
bu işlevsel düzenlemenin izlerini gerçekte megarona kadar sürmek olanaklı
gibidir. Bir meydana veya merkezi bir camiye bağlanan dar sokaklar arasındaki
yerleşim, temelde aynı özelliklere sahip olsa da, detaylarda şehirden şehre
farklılık gösterir. Evlerde geçirgenliği sağlayan ve tüm odaların açıldığı yer anlamına
gelen ‘sofa’, Anadolu evinin ve mimari gelişimini en önemli ve aynı zamanda en
sosyal yaşamını da yaratmıştır.
Küçük pencereleri ve kafesleri
ile Bursa evlerinde üst kattaki çıkmaları sokakla bütünleşmiştir. Tüm odalara geçişler ve üretim bu bölümde
yapılmıştır. Bazen ev hayatında mutlu olma fikri, iklimin ve coğrafyanın
gerekliliklerinin önüne geçebiliyor. Hatta Lazlar soğuk olsa da evlerini
manzara gören kuzey tarafa dönük yapar.
Amasya’da ‘sahn-i şirin’leri,
Diyarbakır’da sarayı andıran
evleri ve ahşap süslemeciliği,
Ege’nin bazı bölgelerinde ada
mimarisi,
Doğu Anadolu’da İran ve Horasan
etkileri,
Kale gibi duvarları, dantel gibi
işlenmiş kemerleri ile Mardin evleri,
Çamurla sıvanmış Harran evleri,
Kayaların içine kendini güvene
almış Kapadokya evleri,
Geleneksel aile tipine uygun
kocaman Erzurum evleri...
Hepsi bu coğrafyada ortaya çıkmış
birbirinden oldukça farklı görünüşte, ama aynı iç huzuru ve mutluluğu arayan Anadolu
çocuklarının ortaya koyduğu en değerli eserlerin örneklerini oluşturuyorlar,
hem de zamana ve modern yaşama direnerek...
Osmanlı İmparatorluğun 3
başkentine ev sahipliği yapan Marmara Bölgesi’nin konut profili büyük ölçüde
Bursa kenti tarafından belirlenmiş olmasına karşın, Edirne’nin Balkanlar ve
Batı Trakya’daki ev mimarisinin oluşumunu sağladığı konunun uzmanları
tarafından ifade edilmiştir. Marmara için güneyde belirleyici olan Bursa iken
kuzeyde Edirne aynı görevi yerine getirmiştir denilse yanlış olmaz.
PEKİ Şimdi;
Şimdi ne oluyor? Nereden geldiğimizi, hangi izleri takip
ettiğimizi ve neleri unuttuğumuzu bile unuttuk öyle değil mi?
Son 10 – 15 yılda başımıza bir kentsel
dönüşüm belası sarıldı. Kentsel dönüşüm denilen şey ilk önce evlerin güvenliği
üzerinden, deprem riski açısından ortaya atılıyormuş gibi ifade edilmedi mi?
Artık gerçek anlam ve merak ve rant ortaya çıktı zaten..
Ama bu yazıda işin rant ile
ilgili kısmını değil, Anadolu ile ilgili kısmını tartışmak isterim. Anadolu
evine baktığında komşunu görürsün, o hiç hilesiz sana gel bir kahve yapayım da
dertleşelim der. Kentsel dönüşümle yapılan 22 katlı binalarda ise ne kapı
komşunu tanırsın, nede yardıma ihtiyacı olup olmadığı seni ilgilendirir. Oysa Anadolu kenti kenti bile denmez köyü
kasabası şehri öyle miydi? Bir kapıdan çıktığında her şeyi görür, kimin hastası
var bilir, cenazesinde “cenaze evinde
yemek pişmez” komşu bir hafta boyunca komşusuna bakar, elini bir an olsun bile
komşusunun sırtından çekmez, düğününde keyifle halay çeker, zeybek oynar, horon
teperdin. Aslında ev nedir? Her şeyin
yanında sığındığın kalendir, kendini sevdiklerinle mutlu ettiğin, ama
dertlerini de çektiğin yerdir. İlk şehirlerde bu nedenle kurulmamış mıdır? Aslında
ev köydür, kasabadır aynı zamanda. Ancak ve Ancak hiçbir zaman kentsel
dönüşümün yarattığı ucubeler bunu bilmeyecektir.
Şimdi kentler büyüdü, yüksek
binalar AVM’leri ile birlikte yükseldi, kentlerin hem de en önemlilerinin
mesela İstanbul’un, Bursa’nın siluetini bozarak. Siluet: bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle
tek renk olarak beliren üç boyutlu görüntüsü demek değildir. Siluet aynı
zamanda bir kentin ruhudur, aklıdır, hafızasıdır..
Kentler geçmişten beri hep
eskisinin üzerine yapıldı. Kiliseler, Havralar, Cami oldu veya tam tersi.. Şimdi
de Kentsel dönüşüm denen şey bunu yapıyor. Eskiden kentlerin üzerine kentleri
yapanlar, eski taşları, tonozları şimdiki gibi atmaz kullanırdı. Mimariye
dikkat ederdi. Şimdiki gibi onları moloz diye uzaklara dökmezdi. Evler ihtiyaçtan, yapılırdı ama o ihtiyacın
içinde insan olurdu..
Ne demiş Bedri Rahmi;
“sana büyük şehirlerden bahsedeceğim.
en büyük camiler orada kurulur,
en küçük mezarlar orada kazılır
en kara yazılar orda dizilir.
yüksek minarelerde sela verilir,
civar hanelerde zina edilir.
büyük şehirlerde yalan söylenir,
halbuki küçük köylerin mezarlığı bile yoktur.
büyük şehirlere bağlanma mehmedim.
öyle bir şehre yerleş ki,
küçük olsun fakat bizim olsun.
sokaklarında tanımadık yüz,
ensesine şamar atmayacağın kimse dolaşmasın.
her ağacına elin,
her karış toprağına terin değsin.
ve kuytu evlerden birinde
senden habersiz ölenler olmasın. “
21 Mayıs 2010 Cuma
13 Mayıs 2010 Perşembe
Türkiye’nin Geleceği ve Gideceği
1980’li yılların başlarında
yapılan darbe aslında 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanmasına zemin hazırlamak
ve ülkenin uluslar arası sermaye ile eklemlenmesini kolaylaştırmak
amacıyla gerçekleştirilmişti. Askeri
cunta yönetiminin yurtta tüm kesimlere ve özellikle sola karşı uyguladığı
baskı nedeniyle yurttaş tabanlı örgütlenmeler ve zaten yeterince gelişmemiş
olan sivil toplum alanı neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. 1983 Anayasası ve
Özal iktidarının ülkeyi neo liberal politikalara sürüklediği, köprüyü bal gibi
satarım, sattırmam tartışmalarının sonrasında ülkenin 1920’li yıllardan
itibaren yarattığı tüm sanayi alt yapısı, mali ve ekonomik değerleri ve
pazardaki talepleri üzerinden sermayeye peşkeş çekilmiştir. 1980’den 30 yıl
geçtikten sonra ülkenin sanayi kuruluşları yanında, devletin uhdesinde olup
para eden her şey birer birer satıldı. Bu satış sürecini bir yandan Kürt sorunu
ekseninde güneydoğu Anadolu’da süren faili meçhul cinayetlerden, devlet için
kurşun yiyeninde kurşun atanında Başbakanlar tarafından korunduğu günlerden
2000’li yılların başında ülkenin başka bir şeyi kalmadığında sıranın doğal
kaynaklara geldiğini, yaşam alanlarının sermayenin talanı ile yok olmak üzere
olduğunu görenler ayaklandı. Ülkenin dört bir yanında yaşama alanı savunusu
üzerinden gelişen spontane örgütlenmeler ortaya çıktı. 1980’li yılların başında
“bir takım çevreciler ortaya çıkmış ve 1980 petrol krizi ile birlikte giderek
artan sera gazları ve karbon emisyonları nedeniyle iklimin beklenen ve
olağandan daha hızlı değiştiğini, bu durumun sürdürülemez olduğunu ileri
sürmüşlerdi. Ama gerek ülkenin faşizmin karanlığında cezaevlerinde tükettiği
akıllı ve vicdanlı insanlarının yokluğu ve gerekse cunta sonrası iktidarın
anaforu ile zenginleşeceğini düşünen liberal kesimleri dünyadaki ve ülke
topraklarındaki bu gelişmeyi çoğu kez küçümser, bir çok kez de marjinal ve
gerçekçi olmayan bir bakış açısı olarak tarif edip etiketleyerek toplumun
gözünden çıkardılar. 1980 – 2000 döneminde ortaya çıkan sol ve sosyalist
siyasal partilerde dahil olmak üzere hemen hiçbir partinin ya da siyasal
organın yetkili kurullarında ekolojistler, çevreciler, doğa severler yer
alamadığı gibi bu siyasal yapılar üzerinde de etkili olamadılar. Oysa kıta
Avrupası ülkeleri bir yandan ABD diğer yandan petrol krizi ile başlayan süreci
fırsata çevirmeyi planlamayı ihmal etmediler. Dünya’da fosil yakıtlardan hemen
tüm mali kaynaklarını elde eden ABD orta vadeli bir plan ile ABD’ye yön veren
şirketlerin düşük karbon ekonomisi veya green ekonomi ya da nasıl istersek öyle
adlandıralım gelecek için kaynak ayırıp, ar-ge ve geliştirme çalışmalarını
tamamladılar. Bu nedenle günümüzde en çok yenilenebilir kaynaklara yatırım
yapan şirketlerin hemen tümü ABD kökenli şirketlerdir. ABD, Kyoto Protokolünü
hala imzalamamış ve düşük karbon ekonomisine geçiş, yeni ve doğaya daha az
zarar veren teknolojileri geliştirmeyi sürdürmektedir. Kıta Avrupa’sında ki
süreçte benzer biçimde işlemiş, dev Avrupalı sermaye grupları bir yandan
enerjinin verimli kullanımına dönük politikaları kendi ülkelerinde
geliştirirken, Euro Zonu’nda ortak çerçeve direktifleri ile çevresel ölçütleri
yükseltmiş, sosyal maliyetleri, ürün maliyetlerine dahil etmeye başlamış ve
sosyal maliyeti yüksek üretim alanlarını çevre ölçütleri yeterli olmayan
ülkelere doğru transfer etmeye başlamış ve Kıta Avrupa’sında bir dönüşüm
yaşamaya başlamışlardır. Dünyadaki bu
gelişmeler sürerken Türkiye dışa
kapalı ithal ikamesine dönük sanayileşmesi gelişmemiş yapısını 24 Ocak
1980 kararları ile terk etmiş ve dış
rekabete dayalı, gümrük duvarlarını kaldıran, bir dizi politika ile Kıta
Avrupa’sının eski teknolojilerine talip olur bir duruma gelmiştir. Öncelikle
sanayi ara malı niteliğini taşıyan ürünlerle başlayan bu süreçte, 1950’li
yılların modelleri olan tekstil makinalarından, 2. Dünya Savaşı sonrasının
teknolojilerinde üretilen makina ve ekipmanlara, tüketim malı olarak tarif
edilebilecek geri teknolojili dayanıklı ev eşyalarına dek birçok üründe
Avrupa’nın çöplüğü haline dönüşmüştür. Üretilmiş mal ve hizmetlerin ithalatının
patladığı bu dönemi kapatan süreç aslına bakarsanız Muğla’nın
Gökova Körfezi’nde yapılmak istenen Termik Santral olmuştur. Bölgenin hafızası 1970’li yıllarda Yatağan’da
o dönemki Sovyet teknolojisi ile üretilmiş kömür yakıtlı termik santrali
bilmektedir. Ayrıca Yatağan’ın çalışması da darbe sonrası döneme rast
gelmiştir. Termik Santral gibi hemen en
kirletici yatırımlarını kendi ülkeleri dışına iten Avrupalar, 1960’lı yıllarda
yapmış oldukları hatalardan ders alarak düşük karbon ekonomisine, enerjinin
etkin ve verimli kullanımına yönelmişler, başta termik santraller, çimento
fabrikaları, kimya ve deterjan üretim tesisleri vb. bir çok tesisi Euro Zonu
dışına itmişler ve Türkiye’de bundan nasibine düşeni almaya başlamıştır.
Yatağan, Gökova derken Aliağa ve Sugözü gibi yenileri eklenerek bu salgın
büyümüştür. Bu akıma eşlik eden
uluslararası arka planda neo liberal politik zeminde ulus devletleri sermayenin
temerküz ve yoğunlaşması önünde engel gören sermaye bu durumu atomize etmek
amacıyla başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede Dünya Bankası ve IMF gibi
araçları kullanarak ulus devleti by-pass eden ve kentler üzerinden kentleri
dönüştürmeyi hedefleyen bir çizgiye doğru evrilmiştir. İstanbul, İzmir, Bursa,
Adana, Antalya gibi kentlerde başlayan “kentsel dönüşüm” süreçleri ile kentsel
toprakların pazarlanması süreci işlemeye başlamıştır. Antalya – Manavgat
arasında kıyı kanununa aykırı biçimde bu kıyıların beş yıldızlı oteller ve golf
sahalarına tahsisi bu sürecin ürünüdür. Bu dönem genel olarak çevre mücadelesi olarak
adlandırılan alanın kentteki bu dönüşümü de izlemesi ve bu alanlardaki
mücadeleleri yürütmesi ile deneyim kazanmıştır. Kentleri talan eden bu
anlayışın Anadolu toprağına taşına göz dikmesi için çok zaman geçmemiştir. Bergama’da,
Eşme’de Kaz Dağlarında,Artvin Cerrattepe de ve daha bir çok yerde Siyanürle Altın aranması için verilen
ruhsatlar ve açılan ocaklar yanında, başta Antalya ve Bursa olmak üzere Anadolu
toprağının dört bir yanında Taş, Maden, Kalker ve Mermer Ocakları, yetmişli yıllarda nükleer enerji çalışmalarına
başlanmasına rağmen ancak bir sonuca ulaşarak başımıza bela olan Nükleer Santral kurulması ve son zamanlarda
ise Hidro-elektrik Santrallerine (HESler) ise günümüze kadar ulaşmıştır.
“Kentsel dönüşüm” diye başlayan
süreç, ülke topraklarının top yekûn işgaline kadar yönelmiştir. Bu top yekûn
işgale zemin oluşturan AB sürecinin hız kazanması olmuştur. Türkiye AB
müktesebatına uyum çabaları gerekçe gösterilerek ülke mevzuatında suyun,
toprağın, havanın kirlenmesinin hızlanmasına neden olmuştur. Mevcut AKP hükümeti bu süreci bir fırsat
olarak tarif etmeyi Müslümanlıklarından daha çok paracı oldukları için
görmüşler ve harekete geçmişlerdir. 61. Hükümet programını tvlerden anlatan Başbakan
bu gelişmenin sadece Türkiye ile sınırlı olamayacağını, Ortadoğu ve Balkanlar
ile Kafkasları da içine alan BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’ nin Eş başkanlığını
yapmayı öngördüklerini ifade etmiştir. Dolayısı ile sorun ve dert sadece
Türkiye topraklarında değildir. Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslarla birlikte bu
bölgenin geleceğini şimdiden ABD ve AB’nin büyük şirketlerine satan AKP
hükümetinin 2023 Büyük Osmanlı Cumhuriyeti projesinin de bununla
gerçekleşmesinin ne kadar zor olduğunu görmesi gerekir. Göremezse birkaç AKP’li
zengin olur ama olan biten ülkemize olur.
18 Mart 2010 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)