10 Eylül 2010 Cuma

NAZİZM ‘DEN TAYYİPİZM’E GİDEN YOL HARİTASI NEREDEN GELİYOR???


Saat 10.00 1 Nisan, 1933. Halkı boykota çağıran SS üyeleri: "Deutsche! Wehrt Euch! Kauft nicht bei Juden!" (Alman milleti kendini savun ve Yahudilerden alış veriş yapma.) demişti. BİZDE DE OLMADI MI? LAHMACUN YEMEYİN, KÜRTLER KAZANIYOR, ONLARDAN, ONLARIN MARKETLERİNDEN ALIŞVERİŞ YAPMAYIN DENMİŞ VE ÇEŞİTLİ ALIŞVERİŞ MERKEZLERİ TAŞLANMAMIŞ MIYDI???
Hitler'in 1933 yılında başa geçmesi ile birlikte, Yahudilerin haklarının kısıtlanması uygulamalarına başlandı.  Önce Yahudi memurların ve Yahudi hukukçuların görevden alınmalarını sağladı. ALLAH ALLAH BU GÜNÜMÜZDE BİRŞEYE VE BİR ÜLKEYE BENZİYOR AMA…BİZDE DE ÖNCE HUKUK SONRA ASKER SONRA MEDYA ELE GEÇİRİLMEMİŞ MİYDİ???
1935 yılında Yahudilerin durumu tekrar daha da kötüleşti; Yahudilerin doktorluk, eczacılık, askerlik ve birçok diğer meslekleri yapması yasaklandı. 1935 yılının Haziran ayında Berlin'de tekrar Yahudi dükkânlarının harap edildiği bir ayaklanma gerçekleşti. BENZERİ YAKIN MI ACABA???? SIRA BUNLARA GELMİYOR MU???
Nazi Soykırımı, Yahudi Soykırımı, ya da Ha-Shoa (İbranice: השואה Felaket); Almanya'nın Nazi döneminde yaklaşık 6 milyon kişinin (kaynaklara göre ölü sayısı değişir) sistemli bir şekilde öldürüldükleri katliama verilen isimdir. Yahudiler başta olmak üzere Sintiler, Romanlar, Yenişler ve diğer "Çingene" kabul edilen insanlar, Nazi aleyhtarı Almanlar, engelliler, eşcinseller, Yehova şahitleri, savaş tutsakları, Lehler ve diğer Slavlar da bu katliamın kurbanları olmuşlardır. Naziler olayları zaman zaman "Yahudi problemine nihaî çözüm" olarak tanımlamışlardır.  AAAA BUNU DA BİLİYORUM YA NE DEĞİŞİK BU DÜNYA DEMEK Kİ HALA “NİHAİ ÇÖZÜM”LER PEŞİNDE, AKP’NİN SIFIR SORUN VE NİHAİ ÇÖZÜM FORMÜLLERİ BUNA BENZEMİYOR MU?  
Bu insanların öldürülme nedeni, Nazi döneminde doruğuna varmış olan Yahudi nefretinin ve Nazi ırkçılığı görüşüne göre "yaşamaya hakkı olmayan alt-sınıf ırklar" olarak görülmüş olmalarıydı.  Öldürülen insanların yanı sıra, aralarında Afrika kökenli Almanların da olduğu binlerce kişi ise zorla kısırlaştırıldı. 15 Eylül 1935 tarihinde "Nürnberg Kanunları" çıkarıldı. Bu kanuna göre, Ari ırktan olmayanlar "alt sınıf"-insanlardır ve ari ırkına ait insanlar ile evlenmeleri yasaklandı. 5 Ocak 1938'de Yahudileri tipik bir Yahudi ön ve soyadı taşımaya mecbur kılan yeni bir yasa çıkarılır. Yahudi olan bir kimse artık devletten sosyal yardım alamaz. Yahudilere birçok diğer meslek yasaklanır. Yahudi öğrenciler Alman öğrencilerden ayrılırlar. Berlin'de 1600 Yahudi toplanır ve kapalı kamplara götürülür. Bu haber yayıldığında Yahudilerin işsizlerinden ve en fakirlerinden bir kısmı yurtdışına göç eder. Kısa bir zaman sonra Yahudilerin kaçmaları da zorlaşır. Birçok ülke Yahudi göçmenleri geri çevirmeye başlar. BİZİM DE BAŞIMIZA BÖYLE BİR ŞEY GELİR Mİ NE DERSİNİZ? HATTA DAHA İLERİ GİDİP SÜNNİ OLMAYAN MÜSLÜMANLARA DA SIRA GELİR Mİ? NE DERSİNİZ???
NSDAP yani Nazi partisi 1938 yılının Kasım ayında birçok ayaklanma organize eder. En şiddetli ayaklanma 9-10 Kasım'da gerçekleşen "Kristal Gece"dir. Bu ayaklanmada yüzlerce yıllık sinagoglar, Yahudilerin dükkânları, evleri ve diğer mülkleri yakılır ve yaklaşık olarak 400 Yahudi öldürülür. Diğerleri dövülür ve aşağılanır. Bundan sonraki birkaç gün içinde yaklaşık 36.000 Yahudi toplama kamplarına taşınır. Bu ayaklanmaların amacı, aslında halkın ne türlü bir tepki göstereceğini tespit etmektir. EVET EVET ACABA ÜLKEMİZ NASIL BİR TEPKİ GÖSTERECEK……Hitler'in sağ kolu Goebbels bu ayaklanmalardan sonra gazetelere şu başlığı bastırır; "Halkın ruhu kaynadı ve sonunda taştı".
II. Dünya Savaşının başlaması ile birlikte, 1 Eylül 1939'da asıl Yahudi soykırımı başlamıştır. Bütün Yahudilerin soyunu tüketme kararının 1941 yılının Ekim ayında mı yoksa yaz zamanında mı verildiği konusunda tarihçiler aynı fikirde değillerdir. Adolf Hitler aslında bu kararını 1925 yılında yazdığı "Mein Kampf" (Kavgam) adlı kitabında çoktan açıklamıştır.
1939 yılında Almanya'da bulunan bütün Yahudilerin toplanıp Polonya'da gettolara yerleştirilmeleri kararı verilmiştir. 1940 yılında Polonya’daki gettoların sayıları hızla artmaya başlar. Bu gettolarda açlıktan, soğuktan ve salgınlardan çok insan ölür. Gettolarda ölüm artık o kadar doğal bir şeydir ki kaldırımlarda açlıktan ölmek üzere yıkılan insanlarla ve yığılı duran cesetlerle kimse ilgilenmez. YAHU BU SAKIN HATAYDAKİ MÜLTECİ KAMPLARI GİBİ OLMASIN, HEM KİMSE DE ZİYARET EDEMİYOR NASILSA….. TABİ BU BİR YANLIŞ ANLAMAYA DA YOL AÇMASIN, SÖZÜNÜ ETTİĞİM ESAD YANDAŞLARINI BU KAMPA TOPLADIK VE YOK EDİCEZ TONUNDA DEĞİL, BU BİR DENEME OLMASIN SAKIN, YAKIN GELECEKTE BU ÜLKE HALKLARINDAN BİRİLERİ DE BU KAMPLARDA TUTULMASIN….
9 Ekim 1941den itibaren bütün Yahudilerin iyi görünür şekilde bir Davud'un Kalkanı sembolü taşımaları zorunlu kılınır. Hala Almanya'da yaşayan son Yahudilerin evlerine "Burada bir Yahudi oturuyor" diye bir yazı ya da bir Davud'un Kalkanı resmi bırakılır. O zamana kadar rahat bırakılmış 65 yaş üzeri Yahudiler de kamplara götürülürler. ACABA BİZ NE SEMBOLÜ KOYMALIYIZ ONA KARAR VEREMEDİM. ÜLKEMİZDE DE KÜRTLERE- ERMENİLERE – LAZLARA- ALEVİLER NE BİLEYİM “BİZDEN OLMAYAN”- NE DEMEKSE- HERKESE BÖYLE BİR ŞEY YAPSAK NE İYİ OLUR DEĞİL Mİ????? ASLINDA BU DA OLDU DEĞİL Mİ? ADIYAMAN VE  MALATYA’DA ALEVİLERİN EVLERİ İŞARETLENMİŞTİ.
19 Ekim 1941'den sonra medyaya bu konu hakkında haber yayınlamak yasaklanır.
TAMAM, BAŞBAKAN BU NEDENLE MEDYA PATRONLARINI TOPLADI VE ONLARA MEŞHUUUR PARMAK İŞARETİNİ YAPTI VE SIK SIK TELEVİZYONLARA ÇIKIP BAŞBAKAN BUNU TEKRAR TEKRAR YAPIYORDU. ŞİMDİ ANLADIM
 Almanya'daki son Yahudilere et, buğday, süt, bal gibi gıdalar verilmesi yasaklanır. Artık hasta Yahudilere ilaç vermek yasaklanır. Yahudilerin bir mahkemeye başvurma hakları da ellerinden alındıktan sonra, artık Almanya'da kalan en son Yahudiler avlanmayı bekleyen kurbanlardan farksızdır..
EH SIRA BİZE DE GELİR!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Ne yazık ki bu güzel ülke ve bu güzel ülkenin güzel insanlarını oluşturan halklar şimdi tamda 1930’ların kafasıyla işleyen yeni Muhafazakâr Müslüman Liberallerin yeni faşizmiyle karşı karşıya…..
Türkiye 2 alanda açık savaş yürüten bir ülke oldu. Birincisi kendi toprakları içinde Kürtlerle savaşırken, ikinci olarak ise açıktan(öyle demiyorlar ama) Suriye’deki savaşın tarafında (adının neden Özgür Suriye Ordusu olduğunu bilmediğimiz) ESAD yandaşlarına karşı savaşıyor. ESAD’ı ve rejimini bende sevmem ve eleştiririm ama bu Türkiye’nin ve hükümetinin derdi mi yoksa Suriye halkının derdimi bunu görmek gerek.  
Ne ilginç değil mi? Türkiye giderek 1930’ların Almanya’sını andırmaya başladı. Burada ki soru: Almanya’da Nazileri iktidara kim taşımıştı. Yanıt ortada ALMAN HALKI….
Gerçek soru ise sanırım şu:

Türkiye Halkları olarak bizlerde benzerini yapacak mıyız? Yoksa irade gösterip kardeşçe ve barış içinde bir ülkeden bir arada yaşayacak mıyız ve de yükselen bu faşizme dur diyebilecek miyiz???????

13 Ağustos 2010 Cuma

TERCİHİMİZ KİMDEN YANA OLACAK


Cumhurbaşkanı’na mı Başbakan’a mı kulak vereceğiz?

Başbakan Rize’de Sanko Holding’e ait HES’in açılışını yapmadan ince YARSAV’a çatıyor ve “bu örgütü başka yöntemlerle ele almak gerekir” diyordu. “Bizim yargıya saygımız sonsuz ama bunlar nasıl yargıçlar anlamak mümkün değil demekteydi. Yargı kararlarına saygı göstermek gerekir demekteydi.” Ama anlaşılan Başbakan’ın kararlara saygı gösterebilmesi için birkaç şeye ihtiyacı vardı. Bunlardan ilki yargıçlar kendi istediği gibi olacaktı, ikincisi ya yargı karar vermiş olmalıydı ya da kendisini yargı yerine koyup başbakan karar vermiş olmalıydı yoksa daha davası devam eden santrali açarak neden yasaları ve hukuku çiğnesindi. İkincisi yargıya konu olan şey sermayenin ayağına bağ olmamalıydı. Rize’de açılışta “Bazı çevreci adı altında tipler gruplar çıkıyor yalan yanlış bilgilerle vatandaşımı yanıltıyorlar. Akarsular ve dereler satıldı diyorlar. Bunlar tamamen dört dörtlük yalan.” derken fikrini serdediyordu.
Şimdi de gözümüzü Rize’den İstanbul’a Boğaziçi’ne çevirelim. 12 ülkeden 130 sporcunun yarışacağı 2.Cumhurbaşkanlığı Yelken Yarışları için Fenerbahçe Burnu'nda düzenlenen törende konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Yelkenleri görüyoruz ama ufukta tankerler var. Bu tankerler İstanbul Boğazı'ndan geçiyor. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey söz konusu değil. Tabii ki hukuki konular söz konusu olunca bazı şeyleri engellemek mümkün değil. Ama hukukun ötesinde çevre bilinci, insanların saygısı ve sorumluluk duyguları bazen hukukun da üstüne çıkabiliyor. Hukukun engellemediği yanlışlıkları engelleyebiliyor. Sivil toplum örgütlerini, çevre kuruluşlarını, basını bu konuda daha fazla duyarlı olmaya; İstanbul'u, Boğaz'ı bu tankerlerden uzak tutmaya çalışmak için bir gayrete davet ediyorum" diye konuşuyordu.
Biliyorsunuz referandum yakında şimdi merak ediyorum Cumhurbaşkanı’na mı? Başbakan’a mı? Hayır diyeceğiz. Başbakan bazı çevreci tipler ülkeye engel oluyorlar derken Cumhurbaşkanı çevrecileri göreve çağırıyor. Yoksa bunlar bizim bildiğimiz çevrecilerden değil mi? Belli mi olur her şeyin ikizini yaratan bu iktidarın belki de kendi çevrecileri vardır. Belki Cumhurbaşkanı onları göreve çağırıyordur. Biz yanlış anlıyoruzdur.
Rize’de Başbakan HES’i açarken en çok alkışlayan Enerji Bakanı Taner Yıldız, EMO'nun elektrik dağıtım ihalelerini yargıya taşıyacağı açıklamasına sert tepki göstermiş. "Kimse Türkiye'ye ayak bağı olmasın" diyen Bakan Yıldız, "Elektrik dağıtım özelleştirmeleri bir varlık satışı değil sadece elektrik dağıtım hizmetinin özel sektör eliyle yürütülmesidir. Aklına estikçe mahkeme gidenlerle uğraşmamız lazım." buyurmuş. TBMM Enerji Komisyonu Başkanı Hasan Ali Çelik ise, "Nedense ülke yararına olan bu özelleştirmelerde daima 'İstemeyiz' diyen bir grup var. Ülke yararına bu faaliyetlere karşı çıkmak ülke kalkınmasına karşı çıkmaktır" demiş.  Tabi olay bu kadarla kalmıyor. Tüm bunlar olurken bugünün (13.08.2010 Sabah Gazetesi) gazetelerinde patronlar da konuşmuşlar. Ağaoğlu Şirketler Grubu Başkanı Ali Ağaoğlu, Başbakanı’ndan bile cevval diyor ki “Türkiye’nin kalkınması ve gelişmesi için sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerinin 10 yıl süreyle kapatılması gerek” buyurmuş. Bu fikir size tanıdık geliyor mu? Başbakan’da YARSAV için benzeri sözleri söylememiş miydi? Bakın MMEKA yani Karamehmet’in ortağı Mehmet Kazancı neler demiş, “Davalar özelleştirme süreçlerini uzatıyor”. Son dönemde yıldızı parlayan inşaat şirketi Varyap’ın Varlıbaş Yönetim Kurulu Başkanı Süleyman Varlıbaş, “Bu davalar haklı ya da haksız devletin ekonomisini ve şirketleri büyük zarara uğratıyor, süreçleri yavaşlatıyor. Davayı açanların haksız olduğu durumda devleti ve şirketleri uğrattıkları  zararı tazmin etmeleri yönünde düzenleme yapılmalı.”hükmetmiş. Bakın en son sivil toplum örgütleri ne zaman kapatılmıştı? Kimler kapatılmasını istemişti? Hatırlıyor musunuz? 12 Eylül 1980’de faşist darbede. Aradan geçen 30 yıl ve Başbakan  şimdi 12 Eylül ile hesaplaşacağını ileri sürüyor.  30 Yıl önce patronlar söylemiş askerler yapmıştı, şimdi yine patronlar söylüyor Başbakan’a yapmak düşüyor. İktidar Türkiye’yi bu patronlarla geleceğe taşımıyor mu? Kolay mı? Bunca ağız birliği, dil birliği, akıl birliği başka türlü nasıl olacak? Hem zaten necip Türk Müteahhit ve patronları son derece isabetli ve doğru kararları hep vermiyorlar mı? Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği’nin(ÇED) ilk çıktığı günden bu yana yer seçimlerinde %98 doğrulukla karar vermemişler mi?
Velhasılı kelam;
1.    12 Eylül Referandumunda Başbakan’a hayır diyeceğiz. Çünkü 12 Eylül’le hesaplaşamayacağını biliyoruz ve  yatırımlar, özellikle uygun olmayan yerlere yapılmak istenen yatırımlar konusunda bizim gibi düşünen insanların hukuka başvuru yollarının ortadan kaldırılmasına engel olacağız. İki vesayet arasında kırk katır mı kırk satır mı tercihi yapmak yerine başka bir dünya mümkün diyeceğiz.
2.    Sorunu sivil toplum örgütlerini kapatma tehdidiyle çözmeyi önerenlere inat vesayetin her türüne karşı çıkacağız. Darbeleri sadece askerlerin yapmadığını, faşizmi sadece elinde silah olanların kurmadığını bileceğiz. Patronların itiraz edenleri yok etme yöntemlerinin geçerli olmadığı bir ülke isteyeceğiz ve mücadele edeceğiz.
3.    Başbakan, Cumhurbaşkanı karşısında nasıl bir tutum sergileyecek araları bozulur mu bilemeyiz? Ama Cumhurbaşkanı’nın çevrecilere olan davetine icap edecek ve her şeye burnumuzu sokmaya devam edeceğiz.
4.    Tek amacı kar elde etmek olan ve ülke toprağının değerini dolarla ölçen, kalkınma denilen aldatmacanın kendi yatırımlarından başka yollardan geçebileceğini her nedense düşünemeyen necip Türk patronlarına yatırım yeri seçiminde daha dikkatli nasıl olacaklar göstereceğiz.
5.    Havamızı, suyumuzu, toprağımızı ve canımızı koruyacağız. Özellikle bu iktidar tarafından başörtüsü ve inanç temelinde özendirilen insan hakları yanında doğanın da hakları olduğunu, Rize’de yaşam alanı bozulduğu için üreme alanı kalmadığı için bölgeden kaçan Atmaca’nın yaşam hakkını savunmaya, kirlenen gölde nefes alamayan Turna’nın yaşamını desteklemeye devam edeceğiz.  

6.    Yani Enerji Bakanı’nın söylediği gibi ayak bağı, başka bir Bakan’ın söylediği gibi çıkıntılık yapan olacağız. Başbakan’a pankart yazan Rize köylüsü gibi Nineme, Dedeme ve Dereme Dokuma demeye Havama, Suyuma, Toprağıma, Geleceğime, Ülkeme dokunma demeye devam edeceğiz. 

25 Temmuz 2010 Pazar

EİNSTEİN Der ki !

HİROŞİMA VE NAGASAKİ’YE ATOM BOMBASININ ATILMASINDAN 65 YIL SONRA
NÜKLEER ENERJİ NÜKLEER BOMBADIR

Türkiye uzun bir süredir nükleer enerji edinmek istiyor, bununla ilgili bir çok adım attı ama artık bir sona gelindi. 12 Mayıs 2010'da Ankara'da imzalanan işbirliği anlaşması  TBMM Genel Kurulunda, Türkiye ile Rusya Arasında Akkuyu'da Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşmayı Onaylayan Kanun Tasarısı, adıyla kabul edilerek yasalaştı ve Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı.  AKP hükümeti  12 Eylül’le 12 Eylül referandumunda hesaplaştığını ileri sürdüğü gibi bu yasayı da 15 Temmuz 2010’da yani nükleer bombanın atıldığı tarihte yaparak kendi durumunu daha da trajik hale getirmiştir.

Anlaşmaya göre, iki ülke; nükleer güç santralinin tasarımı ve altyapı dahil olmak üzere inşası, santralin güvenilir şekilde işletilmesi, santralde üretilen elektriğin alım-satımı, kullanılmış nükleer yakıtın taşınması, santralin sökümü, personelinin eğitimi, Türkiye'deki yakıt üretim tesislerinin kurulması ve işletimi de dahil, nükleer yakıt döngüsü gibi konularda iş birliği yapacaklarmış.  Rusya Federasyonu Devlet Atom Enerjisi Kuruluşu (Rosatom) ve  T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından yürütülecek olan bu çalışma ile imza tarihinden itibaren 3 ay içinde proje şirketinin kurulması için gerekli işlemleri başlatılacakmış. Nükleer güç santralinin toplam kurulu gücünün 4 bin 800 megawattlık 4 üniteden oluşması planlanmış. Şirket, nükleer güç santrali tarafından üretilen elektrik de dahil olmak üzere, santralin sahibi olacakmış ve  Rus yetkili kuruluşlarının şirketteki toplam payları, yüzde 51'den az olmayacakmış. Şirket, elektrik satın alma anlaşmasının sona ermesinin ardından nükleer güç santralinin her bir ünitesi için işletmeye girişten 15 yıl sonra net karın yüzde 20'sini Türkiye'ye verecekmiş ve  bu ödeme, santralin ömrü boyunca devam edecekmiş. Şirket, ilk 7 yılda 1. üniteyi devreye sokacak daha sonra art arda birer yıl aralıklarla 2, 3 ve 4. üniteleri ticari işletmeye alacakmış. Türkiye, nükleer güç santrali yapılacak sahayı, mevcut altyapısıyla birlikte bedelsiz olarak, santralin söküm sürecinin sonuna kadar şirkete tahsis edecekmiş. Proje şirketi, EPDK’dan elektrik üretimi lisansı almasından sonraki 30 gün içinde, 4 ünite için sabit miktarlı elektriğin alınması amacıyla Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt Anonim Şirketi (TETAŞ) ile elektrik satın alma anlaşması imzalayacakmış.  TETAŞ, proje şirketinden santralde üretilmesi planlanan elektriğin ünite 1, ünite 2 için yüzde 70'ine ve ünite 3, ünite 4 için yüzde 30'una karşılık gelen sabit miktarlarını, her bir güç ünitesinin ticari işletmeye alınma tarihinden itibaren 15 yıl boyunca KDV hariç 12,35 ABD senti/kWh fiyattan satın almayı garanti edecekmiş.  Sonunda Türkiye’de nükleer güce kavuşmuş olacakmış. Basitçe görüleceği gibi ballı börek bir anlaşma ile kendi toprağımıza nükleer santrali kurdurup, üretilen elektrik enerjisini almayı garanti edip, yine birilerini zengin edeceğiz.

Einstein der ki “aynı hataları tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar elde edeceğini sanmak ahmaklıktır.” İnsanlığın nükleer enerji ve dolayısıyla nükleer bomba ve onun yıkıcı insanlık dışı etkileri ile tanışmasının üzerinden 6 Ağustos 2010 Cuma günü tam 65 yıl geçmiş olacak.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Manhattan Projesi adıyla,  1942 yılında ABD'nin New Mexico eyaletindeki Los Alamos bölgesinde gizlice bir grup ünlü biliminsanı toplandı.  Robert J. Oppenheimer öncülüğünde 3 yıl çalıştıktan sonra ilk nükleer bombayı yapmayı başardılar.  İlk atom bombasının denemesi 16 Temmuz 1945 günü Meksika sınırına yakın Alamogordo çölünde gerçekleştirildi. "Trinity" kod adlı bu denemede patlamanın şiddeti inanılmazdı. Hesaplanan patlama 16 bin ton dinamitin patlamasına eşdeğerdi ve o güne kadarki bombalardan çok daha şiddetliydi. Bu başarının üzerine atom bombasının Japonya’nın iki önemli şehrinde kullanılması kararlaştırıldı.
6 Ağustos 1945 sabahı ilk atom bombası Enola Gay isimli bir bombardıman uçağı ile Hiroşima’ya atıldı. 3 gün sonra, 9 Ağustos 1945 günü ise ikinci atom bombası, Bockscar isimli uçaktan Nagasaki'ye atıldı. Bu iki bomba, patlama, ısı, radyasyon gibi etkileri ile, 100 bin üzerinde insanı öldürdü. Amerika bombalamaya devam edeceğini açıklayınca, 15 Ağustos'ta Japonya teslim oldu. ABD’nin ve Savaş Baronlarının ne denli insafsız ve insanlık dışı olduklarını anlamak için şunu belirtelim. Diyelim ilki bir hataydı bombayı attınız ve sonucu gördünüz, ikinciyi görülen sonuca karşın atmış olmak işte bu kapitalizmin gerçek yüzüdür.

Kapitalizm geçen 65 yıl içinde nükleer macerasında bir çok kavşak noktası geçti. Sadece nükleer enerji santralleri kurmakla kalmayıp, yüz binlerce bomba, füze sistemi üretti ve bunları birbirine karşı tehdit olarak kullandı. Savaş sonrası süreç ve o süreçte büyüyen insanlar bu tehdit ve nükleer tehdidin yarattığı krizlerle büyüdü ve günümüze geldi. Artık hemen her ülke nükleer santrallerden elde edilen enerjiden kurtulmak için çözüm arıyor. Gerek kıta Avrupası ve gerekse dünyanın kalan kısmında ömrünün sonuna gelmiş santrallerin nereye gönderileceğine dair stratejiler tartışılıyorken Türkiye nükleere ellerini bulaştırmakta giderek acele ediyor.  Oysa bu ülkenin bir Enerji Master planı yok. Hiç olmadı. Öyle görünüyor ki olamayacakta. Oysa böyle bir plan olsa idi  belki de bu tartışmayı hiç yapmıyor olacaktık. Ülkemizdeki binalar için enerji kimliği uygulamasının ertelendiğini-ki bu sadece yeni binalar için geçerli olacaktı, eskiler için 2017 yılına kadar süre verilmişti- gazeteler yazdılar. Ülkemiz önce aynı enerji miktarı ile daha çok iş üretmek anlamına gelen enerjinin etkin ve verimli kullanımı için adımlar atmalıdır. Bir vade içinde ülke içindeki tüm sarfiyatların kontrol altına alınmasının politikaları üretilmelidir. Sorun salt bir enerji arzı sorunu olarak ele alınamaz. Bu sorunu aynı anda enerji talebini düzenlemeyi hedefleyen bir biçimde ele almak gerekir. Türkiye artık enterkonnekte bir sistemle enerji taşımaktan vazgeçmelidir. Enerjiyi lokal olarak üretmeyi ve tüketmeyi hedefleyecek bir yapıya geçmelidir. Enerji portföyünü nasıl düzenleyeceği konusunda bir tartışma yapmalı ve gelecek dönemin politikalarını belirlemeli ve UYGULAMALI dır. O zaman ülkenin kuşatma altında olduğu HES konusu da benzeri biçimde çözüme kavuşmuş olacaktır. Kritik soruyu da yanıtlamak mümkün  neden az gelişmiş ülkelerde daha az santral var? Çünkü kapitalizmin sürekli büyümek zorunda olan üretim matrisi hep daha çok enerjiye gereksinim duydu. Daha çok enerji daha çok üretim demekti. Az gelişmiş coğrafyalar kapitalizmin etki alanında dönüşmeye başladıklarında nükleer enerjinin sorunlu bir çözüm olduğu çoktan açığa çıkmıştı.

Unutmayalım nükleer enerjiyi eğer Hititler icat etmiş olsaydı. Biz bu gün onlardan kalan nükleer çöp ve atıkları ne yapacağımızı tartışıyor olacaktık ve dahi nükleer sızıntılar yüzünden hastalanan binlerce insanımızı tedavi etmeye çalışacaktık.

Dedik ya aynı hatayı tekrar tekrar yaparak farklı sonuçlar elde edileceğini sanmak ahmaklıktır.  

15 Haziran 2010 Salı

ANADOLU VE EV VE KENTSEL DÖNÜŞÜM VE DE GÜNÜMÜZ


Anadolu’nun tarihi en eski çağlardan başlar. Hititlere kadar (İ.Ö. 1680-1220), Yakın Doğu Kavimler Göçü diye adlandırılan yani ilk tunç çağında Akadlar, Asurlular, Akalar, Kizzuvatna Krallığı bölgede hüküm sürmüştür. Orta Tunç Çağından sonra yani Hititler sonrasında İyonyalılar, Frigyalılar, Troyalılar, Lidyalılar, Persler, Pontuslar, Ermeniler, Romalılar, Demir çağını bu topraklarda geçirdiler.  Orta çağdan sonra ise Bizanslılar, Selçuklular, Klikyalılar, Artuklular, İlhanlılar, Osmanlı İmparatorluğuna kadar bu topraklardan geçmeyen kalmamıştır. Bu topraklar Büyük İskender’i de, haçlı ordusunu da görmüştür. 
İşte Anadolu’daki ev mirası, bu nedenle dünyanın birçok bölgesinden daha zengin ve daha çeşitli bir yapıya sahiptir. Yerel yapı gelenekleri ve ev biçimleri ilk çağlardaki megarondan günümüze kadar gelen bir süreklilik de ve dönüşüm de gösterir.  
Doğunun ağırlıklı taş dokusu kuzeyde yer yer ahşap taş dokuya ve doğrudan ahşaba geçmiş, İç Anadolu’nun binlerce yıllık kerpiç mirası doğuya doğru taş kerpiç, batıya doğru dizi ve dolgular oluşturmuştur.
Kuzey ve güneyde ise ahşapla birleşerek Anadolu’nu önemli geçmişini yaratmış,  batının ve Ege’nin farklı bir taş doku geliştirdiğini bu tarzın Balkanlarda kendini tekrarladığını gözlemek her zaman olanaklı olmuştur. 
Öte yandan sofa, eyvan ya da hayat adına ne derseniz deyin Anadolu evinin önemli özelliklerinden birisi olan bu işlevsel düzenlemenin izlerini gerçekte megarona kadar sürmek olanaklı gibidir. Bir meydana veya merkezi bir camiye bağlanan dar sokaklar arasındaki yerleşim, temelde aynı özelliklere sahip olsa da, detaylarda şehirden şehre farklılık gösterir. Evlerde geçirgenliği sağlayan ve tüm odaların açıldığı yer anlamına gelen ‘sofa’, Anadolu evinin ve mimari gelişimini en önemli ve aynı zamanda en sosyal yaşamını da yaratmıştır.
Küçük pencereleri ve kafesleri ile Bursa evlerinde üst kattaki çıkmaları sokakla bütünleşmiştir.  Tüm odalara geçişler ve üretim bu bölümde yapılmıştır. Bazen ev hayatında mutlu olma fikri, iklimin ve coğrafyanın gerekliliklerinin önüne geçebiliyor. Hatta Lazlar soğuk olsa da evlerini manzara gören kuzey tarafa dönük yapar.
Amasya’da ‘sahn-i şirin’leri,
Diyarbakır’da sarayı andıran evleri ve ahşap süslemeciliği,
Ege’nin bazı bölgelerinde ada mimarisi,
Doğu Anadolu’da İran ve Horasan etkileri,
Kale gibi duvarları, dantel gibi işlenmiş kemerleri ile Mardin evleri,
Çamurla sıvanmış Harran evleri,
Kayaların içine kendini güvene almış Kapadokya evleri,
Geleneksel aile tipine uygun kocaman Erzurum evleri...
     
Hepsi bu coğrafyada ortaya çıkmış birbirinden oldukça farklı görünüşte, ama aynı iç huzuru ve mutluluğu arayan Anadolu çocuklarının ortaya koyduğu en değerli eserlerin örneklerini oluşturuyorlar, hem de zamana ve modern yaşama direnerek...
    
Osmanlı İmparatorluğun 3 başkentine ev sahipliği yapan Marmara Bölgesi’nin konut profili büyük ölçüde Bursa kenti tarafından belirlenmiş olmasına karşın, Edirne’nin Balkanlar ve Batı Trakya’daki ev mimarisinin oluşumunu sağladığı konunun uzmanları tarafından ifade edilmiştir. Marmara için güneyde belirleyici olan Bursa iken kuzeyde Edirne aynı görevi yerine getirmiştir denilse yanlış olmaz.

PEKİ Şimdi;
Şimdi ne oluyor?  Nereden geldiğimizi, hangi izleri takip ettiğimizi ve neleri unuttuğumuzu bile unuttuk öyle değil mi?
Son 10 – 15 yılda başımıza bir kentsel dönüşüm belası sarıldı. Kentsel dönüşüm denilen şey ilk önce evlerin güvenliği üzerinden, deprem riski açısından ortaya atılıyormuş gibi ifade edilmedi mi? Artık gerçek anlam ve merak ve rant ortaya çıktı zaten..
Ama bu yazıda işin rant ile ilgili kısmını değil, Anadolu ile ilgili kısmını tartışmak isterim. Anadolu evine baktığında komşunu görürsün, o hiç hilesiz sana gel bir kahve yapayım da dertleşelim der. Kentsel dönüşümle yapılan 22 katlı binalarda ise ne kapı komşunu tanırsın, nede yardıma ihtiyacı olup olmadığı seni ilgilendirir.  Oysa Anadolu kenti kenti bile denmez köyü kasabası şehri öyle miydi? Bir kapıdan çıktığında her şeyi görür, kimin hastası var bilir, cenazesinde  “cenaze evinde yemek pişmez” komşu bir hafta boyunca komşusuna bakar, elini bir an olsun bile komşusunun sırtından çekmez, düğününde keyifle halay çeker, zeybek oynar, horon teperdin.  Aslında ev nedir? Her şeyin yanında sığındığın kalendir, kendini sevdiklerinle mutlu ettiğin, ama dertlerini de çektiğin yerdir. İlk şehirlerde bu nedenle kurulmamış mıdır? Aslında ev köydür, kasabadır aynı zamanda. Ancak ve Ancak hiçbir zaman kentsel dönüşümün yarattığı ucubeler bunu bilmeyecektir. 
   
Şimdi kentler büyüdü, yüksek binalar AVM’leri ile birlikte yükseldi, kentlerin hem de en önemlilerinin mesela İstanbul’un, Bursa’nın siluetini bozarak.  Siluet: bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle tek renk olarak beliren üç boyutlu görüntüsü demek değildir. Siluet aynı zamanda bir kentin ruhudur, aklıdır, hafızasıdır..
Kentler geçmişten beri hep eskisinin üzerine yapıldı. Kiliseler, Havralar, Cami oldu veya tam tersi.. Şimdi de Kentsel dönüşüm denen şey bunu yapıyor. Eskiden kentlerin üzerine kentleri yapanlar, eski taşları, tonozları şimdiki gibi atmaz kullanırdı. Mimariye dikkat ederdi. Şimdiki gibi onları moloz diye uzaklara dökmezdi.  Evler ihtiyaçtan, yapılırdı ama o ihtiyacın içinde insan olurdu..
Ne demiş Bedri Rahmi;
“sana büyük şehirlerden bahsedeceğim.
en büyük camiler orada kurulur,
en küçük mezarlar orada kazılır
en kara yazılar orda dizilir.
yüksek minarelerde sela verilir,
civar hanelerde zina edilir.
büyük şehirlerde yalan söylenir,
halbuki küçük köylerin mezarlığı bile yoktur.
büyük şehirlere bağlanma mehmedim.
öyle bir şehre yerleş ki,
küçük olsun fakat bizim olsun.
sokaklarında tanımadık yüz,
ensesine şamar atmayacağın kimse dolaşmasın.
her ağacına elin,
her karış toprağına terin değsin.
ve kuytu evlerden birinde

senden habersiz ölenler olmasın. “

13 Mayıs 2010 Perşembe

Türkiye’nin Geleceği ve Gideceği



1980’li yılların başlarında yapılan darbe aslında 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanmasına zemin hazırlamak ve ülkenin uluslar arası sermaye ile eklemlenmesini kolaylaştırmak amacıyla  gerçekleştirilmişti.  Askeri  cunta yönetiminin yurtta tüm kesimlere ve özellikle sola karşı uyguladığı baskı nedeniyle yurttaş tabanlı örgütlenmeler ve zaten yeterince gelişmemiş olan sivil toplum alanı neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. 1983 Anayasası ve Özal iktidarının ülkeyi neo liberal politikalara sürüklediği, köprüyü bal gibi satarım, sattırmam tartışmalarının sonrasında ülkenin 1920’li yıllardan itibaren yarattığı tüm sanayi alt yapısı, mali ve ekonomik değerleri ve pazardaki talepleri üzerinden sermayeye peşkeş çekilmiştir. 1980’den 30 yıl geçtikten sonra ülkenin sanayi kuruluşları yanında, devletin uhdesinde olup para eden her şey birer birer satıldı. Bu satış sürecini bir yandan Kürt sorunu ekseninde güneydoğu Anadolu’da süren faili meçhul cinayetlerden, devlet için kurşun yiyeninde kurşun atanında Başbakanlar tarafından korunduğu günlerden 2000’li yılların başında ülkenin başka bir şeyi kalmadığında sıranın doğal kaynaklara geldiğini, yaşam alanlarının sermayenin talanı ile yok olmak üzere olduğunu görenler ayaklandı. Ülkenin dört bir yanında yaşama alanı savunusu üzerinden gelişen spontane örgütlenmeler ortaya çıktı. 1980’li yılların başında “bir takım çevreciler ortaya çıkmış ve 1980 petrol krizi ile birlikte giderek artan sera gazları ve karbon emisyonları nedeniyle iklimin beklenen ve olağandan daha hızlı değiştiğini, bu durumun sürdürülemez olduğunu ileri sürmüşlerdi. Ama gerek ülkenin faşizmin karanlığında cezaevlerinde tükettiği akıllı ve vicdanlı insanlarının yokluğu ve gerekse cunta sonrası iktidarın anaforu ile zenginleşeceğini düşünen liberal kesimleri dünyadaki ve ülke topraklarındaki bu gelişmeyi çoğu kez küçümser, bir çok kez de marjinal ve gerçekçi olmayan bir bakış açısı olarak tarif edip etiketleyerek toplumun gözünden çıkardılar. 1980 – 2000 döneminde ortaya çıkan sol ve sosyalist siyasal partilerde dahil olmak üzere hemen hiçbir partinin ya da siyasal organın yetkili kurullarında ekolojistler, çevreciler, doğa severler yer alamadığı gibi bu siyasal yapılar üzerinde de etkili olamadılar. Oysa kıta Avrupası ülkeleri bir yandan ABD diğer yandan petrol krizi ile başlayan süreci fırsata çevirmeyi planlamayı ihmal etmediler. Dünya’da fosil yakıtlardan hemen tüm mali kaynaklarını elde eden ABD orta vadeli bir plan ile ABD’ye yön veren şirketlerin düşük karbon ekonomisi veya green ekonomi ya da nasıl istersek öyle adlandıralım gelecek için kaynak ayırıp, ar-ge ve geliştirme çalışmalarını tamamladılar. Bu nedenle günümüzde en çok yenilenebilir kaynaklara yatırım yapan şirketlerin hemen tümü ABD kökenli şirketlerdir. ABD, Kyoto Protokolünü hala imzalamamış ve düşük karbon ekonomisine geçiş, yeni ve doğaya daha az zarar veren teknolojileri geliştirmeyi sürdürmektedir. Kıta Avrupa’sında ki süreçte benzer biçimde işlemiş, dev Avrupalı sermaye grupları bir yandan enerjinin verimli kullanımına dönük politikaları kendi ülkelerinde geliştirirken, Euro Zonu’nda ortak çerçeve direktifleri ile çevresel ölçütleri yükseltmiş, sosyal maliyetleri, ürün maliyetlerine dahil etmeye başlamış ve sosyal maliyeti yüksek üretim alanlarını çevre ölçütleri yeterli olmayan ülkelere doğru transfer etmeye başlamış ve Kıta Avrupa’sında bir dönüşüm yaşamaya başlamışlardır. Dünyadaki bu  gelişmeler sürerken  Türkiye dışa kapalı ithal ikamesine dönük sanayileşmesi gelişmemiş yapısını 24 Ocak 1980  kararları ile terk etmiş ve dış rekabete dayalı, gümrük duvarlarını kaldıran, bir dizi politika ile Kıta Avrupa’sının eski teknolojilerine talip olur bir duruma gelmiştir. Öncelikle sanayi ara malı niteliğini taşıyan ürünlerle başlayan bu süreçte, 1950’li yılların modelleri olan tekstil makinalarından, 2. Dünya Savaşı sonrasının teknolojilerinde üretilen makina ve ekipmanlara, tüketim malı olarak tarif edilebilecek geri teknolojili dayanıklı ev eşyalarına dek birçok üründe Avrupa’nın çöplüğü haline dönüşmüştür. Üretilmiş mal ve hizmetlerin ithalatının patladığı bu dönemi kapatan süreç aslına bakarsanız        Muğla’nın Gökova Körfezi’nde yapılmak istenen Termik Santral olmuştur.  Bölgenin hafızası 1970’li yıllarda Yatağan’da o dönemki Sovyet teknolojisi ile üretilmiş kömür yakıtlı termik santrali bilmektedir. Ayrıca Yatağan’ın çalışması da darbe sonrası döneme rast gelmiştir.  Termik Santral gibi hemen en kirletici yatırımlarını kendi ülkeleri dışına iten Avrupalar, 1960’lı yıllarda yapmış oldukları hatalardan ders alarak düşük karbon ekonomisine, enerjinin etkin ve verimli kullanımına yönelmişler, başta termik santraller, çimento fabrikaları, kimya ve deterjan üretim tesisleri vb. bir çok tesisi Euro Zonu dışına itmişler ve Türkiye’de bundan nasibine düşeni almaya başlamıştır. Yatağan, Gökova derken Aliağa ve Sugözü gibi yenileri eklenerek bu salgın büyümüştür.  Bu akıma eşlik eden uluslararası arka planda neo liberal politik zeminde ulus devletleri sermayenin temerküz ve yoğunlaşması önünde engel gören sermaye bu durumu atomize etmek amacıyla başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede Dünya Bankası ve IMF gibi araçları kullanarak ulus devleti by-pass eden ve kentler üzerinden kentleri dönüştürmeyi hedefleyen bir çizgiye doğru evrilmiştir. İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Antalya gibi kentlerde başlayan “kentsel dönüşüm” süreçleri ile kentsel toprakların pazarlanması süreci işlemeye başlamıştır. Antalya – Manavgat arasında kıyı kanununa aykırı biçimde bu kıyıların beş yıldızlı oteller ve golf sahalarına tahsisi bu sürecin ürünüdür.  Bu dönem genel olarak çevre mücadelesi olarak adlandırılan alanın kentteki bu dönüşümü de izlemesi ve bu alanlardaki mücadeleleri yürütmesi ile deneyim kazanmıştır. Kentleri talan eden bu anlayışın Anadolu toprağına taşına göz dikmesi için çok zaman geçmemiştir. Bergama’da, Eşme’de Kaz Dağlarında,Artvin Cerrattepe de ve daha bir çok yerde   Siyanürle Altın aranması için verilen ruhsatlar ve açılan ocaklar yanında, başta Antalya ve Bursa olmak üzere Anadolu toprağının dört bir yanında Taş, Maden, Kalker ve Mermer Ocakları,  yetmişli yıllarda nükleer enerji çalışmalarına başlanmasına rağmen ancak bir sonuca ulaşarak başımıza bela olan  Nükleer Santral kurulması ve son zamanlarda ise Hidro-elektrik Santrallerine (HESler) ise günümüze kadar ulaşmıştır.

“Kentsel dönüşüm” diye başlayan süreç, ülke topraklarının top yekûn işgaline kadar yönelmiştir. Bu top yekûn işgale zemin oluşturan AB sürecinin hız kazanması olmuştur. Türkiye AB müktesebatına uyum çabaları gerekçe gösterilerek ülke mevzuatında suyun, toprağın, havanın kirlenmesinin hızlanmasına neden olmuştur.  Mevcut AKP hükümeti bu süreci bir fırsat olarak tarif etmeyi Müslümanlıklarından daha çok paracı oldukları için görmüşler ve harekete geçmişlerdir. 61. Hükümet programını tvlerden anlatan Başbakan bu gelişmenin sadece Türkiye ile sınırlı olamayacağını, Ortadoğu ve Balkanlar ile Kafkasları da içine alan BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’ nin Eş başkanlığını yapmayı öngördüklerini ifade etmiştir. Dolayısı ile sorun ve dert sadece Türkiye topraklarında değildir. Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslarla birlikte bu bölgenin geleceğini şimdiden ABD ve AB’nin büyük şirketlerine satan AKP hükümetinin 2023 Büyük Osmanlı Cumhuriyeti projesinin de bununla gerçekleşmesinin ne kadar zor olduğunu görmesi gerekir. Göremezse birkaç AKP’li zengin olur ama olan biten ülkemize olur.