9 Ağustos 2011 Salı

Türkiye’nin geleceği ve gideceği


1980’li yılların başlarında yapılan darbe aslında 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanmasına zemin hazırlamak ve ülkenin uluslararası sermaye ile eklemlenmesini kolaylaştırmak amacıyla gerçekleştirilmişti.
Askeri cunta yönetiminin yurtta tüm kesimlere ve özellikle sola karşı uyguladığı baskı nedeniyle yurttaş tabanlı örgütlenmeler ve zaten yeterince gelişmemiş olan sivil toplum alanı neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır.
1983 Anayasası ve Özal iktidarının ülkeyi neoliberal politikalara sürüklediği, köprüyü bal gibi satarım, sattırmam tartışmalarının sonrasında ülkenin 1920’li yıllardan itibaren yarattığı tüm sanayi alt yapısı, mali ve ekonomik değerleri ve pazardaki talepleri üzerinden sermayeye peşkeş çekilmiştir.
1980’den 30 yıl geçtikten sonra ülkenin sanayi kuruluşları yanında, devletin uhdesinde olup para eden her şey birer birer satıldı.
Bu satış sürecini bir yandan Kürt sorunu ekseninde Güneydoğu Anadolu’da süren faili meçhul cinayetlerden, devlet için kurşun yiyeninde kurşun atanında Başbakanlar tarafından korunduğu günlerden 2000’li yılların başında ülkenin başka bir şeyi kalmadığında sıranın doğal kaynaklara geldiğini, yaşam alanlarının sermayenin talanı ile yok olmak üzere olduğunu görenler ayaklandı.
Ülkenin dört bir yanında yaşama alanı savunusu üzerinden gelişen spontane örgütlenmeler ortaya çıktı.
1980’li yılların başında “bir takım çevreciler ortaya çıkmış ve 1980 petrol krizi ile birlikte giderek artan sera gazları ve karbon emisyonları nedeniyle iklimin beklenen ve olağandan daha hızlı değiştiğini, bu durumun sürdürülemez olduğunu ileri sürmüşlerdi.
Ama gerek ülkenin faşizmin karanlığında cezaevlerinde tükettiği akıllı ve vicdanlı insanlarının yokluğu ve gerekse cunta sonrası iktidarın anaforu ile zenginleşeceğini düşünen liberal kesimleri dünyadaki ve ülke topraklarındaki bu gelişmeyi çoğu kez küçümser, bir çok kez de marjinal ve gerçekçi olmayan bir bakış açısı olarak tarif edip etiketleyerek toplumun gözünden çıkardılar.
1980 – 2000 döneminde ortaya çıkan sol ve sosyalist siyasal partilerde dahil olmak üzere hemen hiçbir partinin ya da siyasal organın yetkili kurullarında ekolojistler, çevreciler, doğa severler yer alamadığı gibi bu siyasal yapılar üzerinde de etkili olamadılar.
Oysa kıta Avrupası ülkeleri bir yandan ABD diğer yandan petrol krizi ile başlayan süreci fırsata çevirmeyi planlamayı ihmal etmediler.
Dünya’da fosil yakıtlardan hemen tüm mali kaynaklarını elde eden ABD orta vadeli bir plan ile ABD’ye yön veren şirketlerin düşük karbon ekonomisi veya green ekonomi ya da nasıl istersek öyle adlandıralım gelecek için kaynak ayırıp, ar-ge ve geliştirme çalışmalarını tamamladılar.
Bu nedenle günümüzde en çok yenilenebilir kaynaklara yatırım yapan şirketlerin hemen tümü ABD kökenli şirketlerdir.
ABD, Kyoto Protokolü'nü hala imzalamamış ve düşük karbon ekonomisine geçiş, yeni ve doğaya daha az zarar veren teknolojileri geliştirmeyi sürdürmektedir.
Kıta Avrupa’sındaki süreçte benzer biçimde işlemiş, dev Avrupalı sermaye grupları bir yandan enerjinin verimli kullanımına dönük politikaları kendi ülkelerinde geliştirirken, Euro Zonu’nda ortak çerçeve direktifleri ile çevresel ölçütleri yükseltmiş, sosyal maliyetleri, ürün maliyetlerine dahil etmeye başlamış ve sosyal maliyeti yüksek üretim alanlarını çevre ölçütleri yeterli olmayan ülkelere doğru transfer etmeye başlamış ve Kıta Avrupa’sında bir dönüşüm yaşamaya başlamışlardır.
Dünyadaki bu gelişmeler sürerken Türkiye dışa kapalı ithal ikamesine dönük sanayileşmesi gelişmemiş yapısını 24 Ocak 1980 kararları ile terk etmiş ve dış rekabete dayalı, gümrük duvarlarını kaldıran, bir dizi politika ile Kıta Avrupa’sının eski teknolojilerine talip olur bir duruma gelmiştir.
Öncelikle sanayi ara malı niteliğini taşıyan ürünlerle başlayan bu süreçte, 1950’li yılların modelleri olan tekstil makinalarından, 2. Dünya Savaşı sonrasının teknolojilerinde üretilen makina ve ekipmanlara, tüketim malı olarak tarif edilebilecek geri teknolojili dayanıklı ev eşyalarına dek birçok üründe Avrupa’nın çöplüğü haline dönüşmüştür.
Üretilmiş mal ve hizmetlerin ithalatının patladığı bu dönemi kapatan süreç aslına bakarsanız Muğla’nın Gökova Körfezi’nde yapılmak istenen Termik Santral olmuştur.
Bölgenin hafızası 1970’li yıllarda Yatağan’da o dönemki Sovyet teknolojisi ile üretilmiş kömür yakıtlı termik santrali bilmektedir.
Ayrıca Yatağan’ın çalışması da darbe sonrası döneme rast gelmiştir. Termik santral gibi hemen en kirletici yatırımlarını kendi ülkeleri dışına iten Avrupa ülkeleri, 1960’lı yıllarda yapmış oldukları hatalardan ders alarak düşük karbon ekonomisine, enerjinin etkin ve verimli kullanımına yönelmişler, başta termik santraller, çimento fabrikaları, kimya ve deterjan üretim tesisleri vb. bir çok tesisi Euro Zonu dışına itmişler ve Türkiye’de bundan nasibine düşeni almaya başlamıştır.
Yatağan, Gökova derken Aliağa ve Sugözü gibi yenileri eklenerek bu salgın büyümüştür.
Bu akıma eşlik eden uluslararası arka planda neoliberal politik zeminde ulus devletleri sermayenin temerküz ve yoğunlaşması önünde engel gören sermaye bu durumu atomize etmek amacıyla başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede Dünya Bankası ve IMF gibi araçları kullanarak ulus devleti by-pass eden ve kentler üzerinden kentleri dönüştürmeyi hedefleyen bir çizgiye doğru evrilmiştir.
İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Antalya gibi kentlerde başlayan “kentsel dönüşüm” süreçleri ile kentsel toprakların pazarlanması süreci işlemeye başlamıştır. Antalya – Manavgat arasında kıyı kanununa aykırı biçimde bu kıyıların beş yıldızlı oteller ve golf sahalarına tahsisi bu sürecin ürünüdür.
Bu dönem genel olarak çevre mücadelesi olarak adlandırılan alanın kentteki bu dönüşümü de izlemesi ve bu alanlardaki mücadeleleri yürütmesi ile deneyim kazanmıştır. Kentleri talan eden bu anlayışın Anadolu toprağına taşına göz dikmesi için çok zaman geçmemiştir.
Bergama’da, Eşme’de Kaz Dağlarında, Artvin Cerrattepe de ve daha bir çok yerde Siyanürle Altın aranması için verilen ruhsatlar ve açılan ocaklar yanında, başta Antalya ve Bursa olmak üzere Anadolu toprağının dört bir yanında Taş, Maden, Kalker ve Mermer Ocakları, yetmişli yıllarda nükleer enerji çalışmalarına başlanmasına rağmen ancak bir sonuca ulaşarak başımıza bela olan Nükleer Santral kurulması ve son zamanlarda ise Hidro-elektrik Santrallerine (HESler) ise günümüze kadar ulaşmıştır.
“Kentsel dönüşüm” diye başlayan süreç, ülke topraklarının top yekûn işgaline kadar yönelmiştir.
Bu top yekûn işgale zemin oluşturan AB sürecinin hız kazanması olmuştur. Türkiye AB müktesebatına uyum çabaları gerekçe gösterilerek ülke mevzuatında suyun, toprağın, havanın kirlenmesinin hızlanmasına neden olmuştur.
Mevcut AKP hükümeti bu süreci bir fırsat olarak tarif etmeyi Müslümanlıklarından daha çok paracı oldukları için görmüşler ve harekete geçmişlerdir.
61. Hükümet programını TV'lerden anlatan Başbakan bu gelişmenin sadece Türkiye ile sınırlı olamayacağını, Ortadoğu ve Balkanlar ile Kafkasları da içine alan BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’nin Eş başkanlığını yapmayı öngördüklerini ifade etmiştir.
Dolayısı ile sorun ve dert sadece Türkiye topraklarında değildir.
Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslarla birlikte bu bölgenin geleceğini şimdiden ABD ve AB’nin büyük şirketlerine satan AKP hükümetinin 2023 Büyük Osmanlı Cumhuriyeti projesinin de bununla gerçekleşmesinin ne kadar zor olduğunu görmesi gerekir.
Göremezse birkaç AKP’li zengin olur ama olan biten ülkemize olur