21 Mayıs 2010 Cuma
13 Mayıs 2010 Perşembe
Türkiye’nin Geleceği ve Gideceği
1980’li yılların başlarında
yapılan darbe aslında 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanmasına zemin hazırlamak
ve ülkenin uluslar arası sermaye ile eklemlenmesini kolaylaştırmak
amacıyla gerçekleştirilmişti. Askeri
cunta yönetiminin yurtta tüm kesimlere ve özellikle sola karşı uyguladığı
baskı nedeniyle yurttaş tabanlı örgütlenmeler ve zaten yeterince gelişmemiş
olan sivil toplum alanı neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. 1983 Anayasası ve
Özal iktidarının ülkeyi neo liberal politikalara sürüklediği, köprüyü bal gibi
satarım, sattırmam tartışmalarının sonrasında ülkenin 1920’li yıllardan
itibaren yarattığı tüm sanayi alt yapısı, mali ve ekonomik değerleri ve
pazardaki talepleri üzerinden sermayeye peşkeş çekilmiştir. 1980’den 30 yıl
geçtikten sonra ülkenin sanayi kuruluşları yanında, devletin uhdesinde olup
para eden her şey birer birer satıldı. Bu satış sürecini bir yandan Kürt sorunu
ekseninde güneydoğu Anadolu’da süren faili meçhul cinayetlerden, devlet için
kurşun yiyeninde kurşun atanında Başbakanlar tarafından korunduğu günlerden
2000’li yılların başında ülkenin başka bir şeyi kalmadığında sıranın doğal
kaynaklara geldiğini, yaşam alanlarının sermayenin talanı ile yok olmak üzere
olduğunu görenler ayaklandı. Ülkenin dört bir yanında yaşama alanı savunusu
üzerinden gelişen spontane örgütlenmeler ortaya çıktı. 1980’li yılların başında
“bir takım çevreciler ortaya çıkmış ve 1980 petrol krizi ile birlikte giderek
artan sera gazları ve karbon emisyonları nedeniyle iklimin beklenen ve
olağandan daha hızlı değiştiğini, bu durumun sürdürülemez olduğunu ileri
sürmüşlerdi. Ama gerek ülkenin faşizmin karanlığında cezaevlerinde tükettiği
akıllı ve vicdanlı insanlarının yokluğu ve gerekse cunta sonrası iktidarın
anaforu ile zenginleşeceğini düşünen liberal kesimleri dünyadaki ve ülke
topraklarındaki bu gelişmeyi çoğu kez küçümser, bir çok kez de marjinal ve
gerçekçi olmayan bir bakış açısı olarak tarif edip etiketleyerek toplumun
gözünden çıkardılar. 1980 – 2000 döneminde ortaya çıkan sol ve sosyalist
siyasal partilerde dahil olmak üzere hemen hiçbir partinin ya da siyasal
organın yetkili kurullarında ekolojistler, çevreciler, doğa severler yer
alamadığı gibi bu siyasal yapılar üzerinde de etkili olamadılar. Oysa kıta
Avrupası ülkeleri bir yandan ABD diğer yandan petrol krizi ile başlayan süreci
fırsata çevirmeyi planlamayı ihmal etmediler. Dünya’da fosil yakıtlardan hemen
tüm mali kaynaklarını elde eden ABD orta vadeli bir plan ile ABD’ye yön veren
şirketlerin düşük karbon ekonomisi veya green ekonomi ya da nasıl istersek öyle
adlandıralım gelecek için kaynak ayırıp, ar-ge ve geliştirme çalışmalarını
tamamladılar. Bu nedenle günümüzde en çok yenilenebilir kaynaklara yatırım
yapan şirketlerin hemen tümü ABD kökenli şirketlerdir. ABD, Kyoto Protokolünü
hala imzalamamış ve düşük karbon ekonomisine geçiş, yeni ve doğaya daha az
zarar veren teknolojileri geliştirmeyi sürdürmektedir. Kıta Avrupa’sında ki
süreçte benzer biçimde işlemiş, dev Avrupalı sermaye grupları bir yandan
enerjinin verimli kullanımına dönük politikaları kendi ülkelerinde
geliştirirken, Euro Zonu’nda ortak çerçeve direktifleri ile çevresel ölçütleri
yükseltmiş, sosyal maliyetleri, ürün maliyetlerine dahil etmeye başlamış ve
sosyal maliyeti yüksek üretim alanlarını çevre ölçütleri yeterli olmayan
ülkelere doğru transfer etmeye başlamış ve Kıta Avrupa’sında bir dönüşüm
yaşamaya başlamışlardır. Dünyadaki bu
gelişmeler sürerken Türkiye dışa
kapalı ithal ikamesine dönük sanayileşmesi gelişmemiş yapısını 24 Ocak
1980 kararları ile terk etmiş ve dış
rekabete dayalı, gümrük duvarlarını kaldıran, bir dizi politika ile Kıta
Avrupa’sının eski teknolojilerine talip olur bir duruma gelmiştir. Öncelikle
sanayi ara malı niteliğini taşıyan ürünlerle başlayan bu süreçte, 1950’li
yılların modelleri olan tekstil makinalarından, 2. Dünya Savaşı sonrasının
teknolojilerinde üretilen makina ve ekipmanlara, tüketim malı olarak tarif
edilebilecek geri teknolojili dayanıklı ev eşyalarına dek birçok üründe
Avrupa’nın çöplüğü haline dönüşmüştür. Üretilmiş mal ve hizmetlerin ithalatının
patladığı bu dönemi kapatan süreç aslına bakarsanız Muğla’nın
Gökova Körfezi’nde yapılmak istenen Termik Santral olmuştur. Bölgenin hafızası 1970’li yıllarda Yatağan’da
o dönemki Sovyet teknolojisi ile üretilmiş kömür yakıtlı termik santrali
bilmektedir. Ayrıca Yatağan’ın çalışması da darbe sonrası döneme rast
gelmiştir. Termik Santral gibi hemen en
kirletici yatırımlarını kendi ülkeleri dışına iten Avrupalar, 1960’lı yıllarda
yapmış oldukları hatalardan ders alarak düşük karbon ekonomisine, enerjinin
etkin ve verimli kullanımına yönelmişler, başta termik santraller, çimento
fabrikaları, kimya ve deterjan üretim tesisleri vb. bir çok tesisi Euro Zonu
dışına itmişler ve Türkiye’de bundan nasibine düşeni almaya başlamıştır.
Yatağan, Gökova derken Aliağa ve Sugözü gibi yenileri eklenerek bu salgın
büyümüştür. Bu akıma eşlik eden
uluslararası arka planda neo liberal politik zeminde ulus devletleri sermayenin
temerküz ve yoğunlaşması önünde engel gören sermaye bu durumu atomize etmek
amacıyla başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede Dünya Bankası ve IMF gibi
araçları kullanarak ulus devleti by-pass eden ve kentler üzerinden kentleri
dönüştürmeyi hedefleyen bir çizgiye doğru evrilmiştir. İstanbul, İzmir, Bursa,
Adana, Antalya gibi kentlerde başlayan “kentsel dönüşüm” süreçleri ile kentsel
toprakların pazarlanması süreci işlemeye başlamıştır. Antalya – Manavgat
arasında kıyı kanununa aykırı biçimde bu kıyıların beş yıldızlı oteller ve golf
sahalarına tahsisi bu sürecin ürünüdür. Bu dönem genel olarak çevre mücadelesi olarak
adlandırılan alanın kentteki bu dönüşümü de izlemesi ve bu alanlardaki
mücadeleleri yürütmesi ile deneyim kazanmıştır. Kentleri talan eden bu
anlayışın Anadolu toprağına taşına göz dikmesi için çok zaman geçmemiştir. Bergama’da,
Eşme’de Kaz Dağlarında,Artvin Cerrattepe de ve daha bir çok yerde Siyanürle Altın aranması için verilen
ruhsatlar ve açılan ocaklar yanında, başta Antalya ve Bursa olmak üzere Anadolu
toprağının dört bir yanında Taş, Maden, Kalker ve Mermer Ocakları, yetmişli yıllarda nükleer enerji çalışmalarına
başlanmasına rağmen ancak bir sonuca ulaşarak başımıza bela olan Nükleer Santral kurulması ve son zamanlarda
ise Hidro-elektrik Santrallerine (HESler) ise günümüze kadar ulaşmıştır.
“Kentsel dönüşüm” diye başlayan
süreç, ülke topraklarının top yekûn işgaline kadar yönelmiştir. Bu top yekûn
işgale zemin oluşturan AB sürecinin hız kazanması olmuştur. Türkiye AB
müktesebatına uyum çabaları gerekçe gösterilerek ülke mevzuatında suyun,
toprağın, havanın kirlenmesinin hızlanmasına neden olmuştur. Mevcut AKP hükümeti bu süreci bir fırsat
olarak tarif etmeyi Müslümanlıklarından daha çok paracı oldukları için
görmüşler ve harekete geçmişlerdir. 61. Hükümet programını tvlerden anlatan Başbakan
bu gelişmenin sadece Türkiye ile sınırlı olamayacağını, Ortadoğu ve Balkanlar
ile Kafkasları da içine alan BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’ nin Eş başkanlığını
yapmayı öngördüklerini ifade etmiştir. Dolayısı ile sorun ve dert sadece
Türkiye topraklarında değildir. Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslarla birlikte bu
bölgenin geleceğini şimdiden ABD ve AB’nin büyük şirketlerine satan AKP
hükümetinin 2023 Büyük Osmanlı Cumhuriyeti projesinin de bununla
gerçekleşmesinin ne kadar zor olduğunu görmesi gerekir. Göremezse birkaç AKP’li
zengin olur ama olan biten ülkemize olur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)