12 Ekim 2011 Çarşamba

Başbakan'ı aklı yanılttı


Gazeteler aşağıdaki gibi yazıyor.
"Başbakan Tayyip Erdoğan bizzat talimat verdi ama Uludağ Oteller Bölgesi yönetiminin Büyükşehir Belediyesi'ne devri bir türlü gerçekleşmek bilmedi. Uludağ'a tek çivi çakmayan, plan yapmayan, Oteller Bölgesi'nin sorunlar yumağı haline gelmesinin baş müsebbibi olan Çevre ve Orman Bakanlığı, yetkiyi devretmemek için "projelerle" zaman kazanmaya çalışıyor.
Başkan Altepe, Uludağ'daki tüm yetkilerin Büyükşehir'e devredilmesini istedi. Ancak Müsteşar Yardımcısı Mustafa Eldemir Uludağ'ın Milli Park statüsünde olduğunu gerekçe göstererek ısrarla karşı çıktı. Altepe'nin, Uludağ'ın 'Milli Park' ve 'Oteller Bölgesi' şeklinde ikiye ayrılması önerisi de aynı isim tarafından yasal engel gerekçesiyle engellendi.”denilmektedir.
Uludağ’a geçmişten itibaren bir bakalım.
Uludağ, Uludağı Sevenler Cemiyeti'nin girişimleri ile 20.09.1961 bakanlar kurulu kararı ile Milli Park olarak ilan edilmiştir.
16.Mart 1976 tarihinde ise Uludağ Milli Park Müdürlüğü kurulmuş ve halen bu müdürlük aracılığı ile yönetilmektedir.
Milli park ilanında parkın yüzölçümü 11 bin 338 hektardır. Uludağ 1/ 25.000 ölçekli imar planı Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'nca 5 Mayıs l983 de onaylanmıştır.
Bu planın ardından oluşan bölge Türkiye’nin idari yapısında tanımı olmayan bir durumu ortaya çıkarmıştır.
Bu bölge ne mahalle ne köy ne kasaba ne de ilçe statüsündedir. Söz konusu 1/25.000 ölçekli planın ardından Milli Parklar yasasına göre hazırlanan1/ 1000 ölçekli planlar Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca onaylanmıştır.
Uludağ Kayak Merkezi 1 ve 2.gelişim bölgeleri imar planı 21 Ekim 1985, 1990 ve 1994 yıllarında tekrar tekrar revize edilerek 1. gelişim bölgesi adı verilen ucubeye ulaşılmıştır.
O kadar ki devlet burada ortaya çıkan değişim ve gelişmelerle başa çıkamamış pragmatik bir düşünce ile bölgedeki işletmecilerden İLAVE İNŞAAT YAPMAYACAĞIZ içeriğinde noter kanalı ile taahhütnameler almıştır
Bunlar T.C. tarihine kara bir mizah olarak geçmiştir. Buna en güzel örnek de devlet kendi eli ile 1. gelişim bölgesine onlarca misafirhane yaparak ve isimleri de gözlem evi, rasatevi, eğitim merkezi olmuştur.
1.gelişim bölgesinde yer alan sorunlar varken bu kez 2.gelişim bölgesi 21 Ekim 1985'te 1/1000 ölçekli Uludağ Kayak Merkezi l. ve 2.Gelişim Bölgeleri İmar Planı uygulamasıyla karşımıza çıkan bölge 1 Temmuz1986 tarih ve 1792 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Turizm Merkezi olarak ilan edilmiştir.
Turizm Bakanlığı açıklamasına göre merkezden planlama çalışmaları sonucunda turizm kullanımına ayrılan 300'er yataklı turizmi teşvik kanunu ve bu kanunun 8. maddesine istinaden çıkartılan kamu arazisinin turizm yatırımlarına tahsisi hakkındaki yönetmelik kapsamında 14 Mayıs 1991 tarihinden itibaren 7 kez ilan edilmiş bu ilanlar sonucu 11 firmaya tahsis işlemleri gerçekleştirilmiştir.
Bu firmalardan 7'si ön izin koşullarını yerine getirmiş ve kesin tahsis işlemleri yapılmıştır. Diğer 4 firmaya ise Haziran 1997 tarihinden itibaren ön izinler verilmiştir.
Şimdi ise tüm Milli Park’ın yok edilmesi söz konusu olmaktadır. Çevre Bakanlığı hiç bir şey yapmamıştır çünkü yapmasına gerek yoktur.
O bölge Milli Parktır ve öylede kalmalıdır. Gazeteler Başbakan'ın söylemesine karşın işin olmadığını yazıyor.
Evet Başbakan söylese de bu iş olmayacaktır.
Çünkü Uludağ Milli Parktır ve 3-5 şirketin otel yapması için yok edilecek değildir

3 Ekim 2011 Pazartesi

Bursa'nın geleceği

Bursa İl Genel Meclisi ve Bursa İl Özel İdaresi’nin Bursa 2020 Strateji Planı olarak adlandırılan 1/100.000 ölçekli planların revizyonu ile ilgili bir çalışma başlattığı ve sürecin ilerlediğini basından öğrenmekteyiz.

Bu sürece daha yakından bakmayı gerektirecek birçok neden olmakla birlikte gözümüzü İstanbul Büyükşehir Belediyesi uhdesinde oluşturulan ve çalışmalarını tamamlayarak planı İBB Meclisi tarafından onaylanmasına karşın TMMOB’ye bağlı odalar tarafından dava edilen İstanbul Metropoliten Planlama Süreci (İMP) açısından bakmakta ve bir değerlendirme yapmakta yarar vardır. Kadir Topbaş, “Marmara’yı düşünmeden İstanbul’u, İstanbul’u düşünmeden Marmara’yı plânlayamayız” diyerek bu süreçle ilgili temel fikri ortaya koymuştur.
“İstanbul’un Marmara Bölgesi ile mekânsal iş bölümüne gitmesi gerekmekte olup: yeni ekonomik ve stratejik hedefleri için gerekli olmayan fonksiyonlarını bölge’ye desantralize etmesiyle İstanbul’a yönelik göç hareketleri kısmen önlenebilecektir.” saptaması İMP sürecine temel olan yaklaşımı sergilemektedir.
İstanbul’un hükümet tarafından da tarif edilmiş olan küresel vizyonu gereği kültür, tarih, turizm, ticaret, diplomasi, yönetim, finans, iletişim, teknoloji ve bilim merkezi fonksiyonlarını üstlenmesi gerektiği, öte yandan sermayesini uzmanlığını, pazar ilişkilerini ve organizasyon becerilerini Marmara Bölgesine taşıyarak ve yerel potansiyelleri harekete geçirerek alternatif çekim merkezleri oluşturmak zorunda olduğu yine aynı plan içinde belirtilmektedir.  
Aşağıda yer alan şekle (Şekil.1) dikkatle baktığımızda bu fikrin eksensel ve alansal gelişmesinin nasıl tasarlandığı açık olarak görülecektir. Öncelikle mevcut gelişme yönü diye tarif edilen gelişmeyi şu an için net olarak saptamak olanaklı değilse de İstanbul Metropolünün desantralizayonunda esas itibariyle sadece nüfusun göçü öngörülmemekte aynı zamanda bu göçü besleyecek sanayi ve ticaret yapıları ile diğer bütünleşik meta olarak nitelendirilebilecek olan mekânsal tasarımların Güney Marmara’ya aktarılmak istendiği görülmektedir. Temel olarak 3 akış yönü bu tasarımlarda yer almaktadır.
Bunlardan ilki Ergene Havzasına doğru lineer bir aksta zaten büyümekte olan İstanbul’un iradi olarak Kırklareli ve Edirne’ye dek ulaşacak biçimde genişletilmesidir ki bu yöndeki gelişme ile yaklaşık 6 milyon nüfusun ve bu nüfusu beslemesi olası sanayi ve ticaret yapılarıyla birlikte aktarılmasını içermektedir.
İkinci aksta ise Anadolu yakasından başlamak üzere Adapazarı’na kadar ulaşan genişleme alanının mevcut depremsel risk değerlendirmesi içinde pek tercih edilemeyeceği aynı çalışmada özetlenmekte, üçüncü aksta ise Güney Marmara Bölgesi yer almakta ve 2 alt ölçekte incelenmektedir.
Bu noktada esas yükü Balıkesir/Bandırma-Bursa ölçeğinin alacağı söylenmektedir. Bu yükün insani karşılığı 5 milyon nüfus ve buna bağlı olarak bölgeye aktarılacak çeşitli sanayi tesisleri ve ticari yapılarla birlikte bu insanların yaşayacakları konutlar, okullar, alışveriş merkezleri vb. yapılardır.  
Bu yükün bölgeye taşınması planları çerçevesinde Şekil.2’de bölgede yer alan sanayi bölgeleri ile koruma alanlarının işaretlendiği görülmektedir. Planı yapanlar açısından mesleki olarak çok önemli eksiklikleri barındıran ve örneğin Uluabat Gölü ile Susurluk Havzasını ayrı yapılar gibi tarif eden bu işaretlemenin bölgeden habersiz olduğu, ülkemizin su sistemlerini ve ovaları ile tarımsal alanlarından haberdar olmadığı ya da son olarak bu yapı ve gerçekleri bilerek görmezden geldiği bile ileri sürülebilir.
Buna karşın İstanbul kentinin desantralize edilmesi fikrinin Marmara Bölgesi ile sınırlı tutulduğu da görülmelidir. İstanbul’un yüzyıllardır merkezileştirdiği sermayenin artık kenti kirli olanlar öncelikli olmak üzere terk etmeye karar verdiği ve bunun bir “vizyon” ve “misyon” çerçevesinde yapılmak istendiği de görülmektedir. 
Diğer taraftan bu akış ve düzenlemelere bağlı olarak İstanbul için Doğu-batı yönünde oluşturulacak raylı ulaşım akslarının, lastik tekerlekli sisteme dayalı kitle taşıma araçları ile kuzey-güney yönünde besleneceği, Yolcu taşımacılığında böylesine bir yaklaşım gerçekleştirirken yük taşımacılığına yönelik olarak; haller ve ambarlar başta olmak üzere depolama ve lojistik hizmet tesisleri, İstanbul’un iki kanat uçlarında kurulacak Lojistik ihtisas Bölgeleri”ne ilgili fonksiyonların tümünü içinde barındıran kuruluşlarla beraber yerleştirileceği öngörülmektedir.
Son günlerde kentimizde beraberinde demiryolu olsun mu olmasın mı üzerinden tartışması yapılan İstanbul-Gebze-Orhangazi-Bursa-Balıkesir-İzmir Otoyolu’nun da bu planda işaretlenmiş olduğu görülecektir. Ayrıca bu çalışmada Bandırma üzerinden tüm Ege’ye ulaşacak biçimde Güney Marmara ile ulaşım ve taşıma sisteminin eklemlenmek istendiği de saptanabilecektir.
 Mevcut ulaşım aksları ile birlikte potansiyel ve planlanan ulaşım güzergâhlarının bu yeni planlama süreci ile birlikte nasıl gelişeceğini gösteren yukarıdaki şekilde hem bu otoyol görülmekte hem de Mudanya ve Bandırma üzerinde yoğunlaşan deniz geçişleri yer almaktadır. Henüz planlar yürürlüğe girmeden Mudanya’dan Ro-Ro seferlerinin başlatılmak istenmesi bunun en somut örneklerinden birisi sayılmalıdır.
“Bu önerilerin geliştirilmesinde temel olan etken, İstanbul ulaşımında trafik sıkışıklığına ve mevcut altyapının zarar görmesine neden olan; sürekli ilave yatırım ihtiyacı doğuran TIR ve diğer tür kamyonlarla yürütülen yük akışıdır.
Bu nedenle, İstanbul Metropoliten Alanı’nda yük akışlarının raylı ve deniz ulaşımıyla konu edilerek çözülmesi öngörülmektedir. Pendik, Ambarlı ile Gümüşyaka Limanları ile Güney Marmara Limanları arasında Ro-Ro hatları düzenlemek, yük taşımacılığını raylı Ro-La sistemine kaydırmak ve Ro-Ro ile Ro-La sistemlerini entegre etmek, yük taşımacılığında izlenecek ana plan ilkeleri olmaktadır.”
Bursa kenti son 30 yılda 39 bin hektarlık Bursa Ovasını kaybetmiş ve yaklaşık 25 bin hektarlık kısmını kullanılmaz hale getirmişken, tüm bu ovayı sulayan Deliçay’la birlikte Nilüfer çayı binlerce kat sanayi ve evsel kirlilikle kirlenmiştir. Bursa Kenti aynı dönemde lineer olarak doğu-batı aksında büyümüş ve Uluabat Gölü doğal sınırına ve bir eşik noktasına ulaşmıştır. Bursa kentinin büyümesinin kontrol altına alınmaması bu doğal eşiğin aşılmasına ve kentsel ve sanayi gelişiminin Karacabey – Mustafakemalpaşa – Bandırma ekseninde şekillenmesine yol açacağı görülmelidir.
Son dönemde Bursa kentinin dört bir yanında yapılmak üzere harekete geçilen otellerinde(10 farklı otelden söz etmek olanaklıdır) bu akışın öncülleri olduğunu saptamamız gereklidir.
Bursa İl Genel Meclisi tarafından revize edilmek istenen Bursa 1/100.000 ölçekli planına İstanbul’dan bakıldığında görülen ve ulaşılmak istenen tabloyu böylece özetlemek olanaklıdır.
1/100.000 ölçekli planda değişiklik yapılma ihtiyacının diğer nedenlerine göz atmak gerekirse, Bursa kentinde son 7-8 yıldır 1/25.000 ölçekli planlarda gerek Bursa İl Özel İdaresi ve gerekse Bursa Büyükşehir Belediye Meclisi aracılığı ile yapılan tadilat ve değişikliklerle kentin içinde ve sınırlarında bir çok tartışmalı düzenleme getirildiği görülecektir. BESOB’a Gözede köyü yakınlarında tahsis edilmek istenen alan, Uludağ’a özel olarak üretilmek istenen yasalar, Cargill adlı şirketin yasallaştırılması için atılan adımlar, Mustafakemalpaşa OSB ile ilgili karar değişiklikleri, Yenişehir sınırları içinde yapılmak istenen çimento fabrikası ve entegre atık yakma tesisi vb. örneklerle çoğaltılabilecek adımlar ilk elde akla gelenler olarak sayılmalıdır.
Bursa kentinin Anayasası hükmünde olması gereken 1/100.000 ölçekli planın kısmi değiştirilme çabaları olmak yanında yapılan her değişiklikte açılan davalar ve iptal edilen planlama kararlarından muzdarip olan iktidar güçlerinin manevra alanını daraltmaktadır.
Yukarıda yer alan tüm düzenlemelerle ilgili kentin dinamik güçlerinin yaptığı hukuk mücadelelerinde tüm düzenlemeleri engelleyen tek bir metin ortaya çıkmaktadır :   Bursa 2020 Strateji Planı veya yasal adıyla 1/100.000 ölçekli Bursa 2020 yılı Çevre Düzeni Planı…
Şekil.5’den de görüleceği gibi 1/100.000 ölçekli plan tüm kent alanına hükmeden ve korumacı nitelikleri önceleyen bir plandır. Nitekim geçen dönemde ayrı ayrı paftalarda ihale edilen 1/25.000 ölçekli plan düzenlemeleri yine 1/100.000 ölçekli plana aykırı unsurları nedeniyle iptal edilmiştir.
Buna bağlı olarak gerek Bursa İl Genel Meclisi ve gerekse İlçe ve Büyükşehir Belediyelerinin parsiyel bazda aldıkları kararlar Bursa kentinin giderek kimliksizleşen ve tahrip olan bir konuma gelmesine neden olmuştur.
Sadece 2004-2009 döneminde Büyükşehir Belediye Meclisi gündeminden geçen 5400 adet imar planı tadilatının bulunması bunun en önemli göstergelerinden birisidir.  
Öte yandan son günlerde sık sık yerel ve ulusal basında ve tanınamayacak hale geleceğini ifade eden bir Büyükşehir Belediye Başkanı ile Gayrimenkul Yatırım Dernekleri tarafından düzenlenen çok uluslu değişen ve gelişen Bursa toplantıları, bir yandan ülkemizin 12 Eylül’den bu güne kadar geçirdiği evrimi ve bu evrimin yarattığı korkunç kentleşmeyi derinleştirmekte diğer yandan ise İstanbul’da olduğu gibi çok uluslu sermaye gruplarına kentsel rantlar peşkeş çekilmek istenmektedir.  
Bu noktada Büyükşehir Belediyesi tarafından kent içinde planlanan “kentsel dönüşümlerin” Doğanbey ve Santral Garaj düzenlemeleri ile ne anlama geldiğini Bursa kenti öğrenmiştir. Yakın gelecekte sıradaki düzenlemeler de ardı ardına gelmekte iken kent dışında da yeni bir trendin başlayacağını tahmin etmek hiç zor olmasa gerektir.
Bursa Kenti Anayasası hükmünde olması gereken 1/100.000 ölçekli bölgesel planın üzerinde yapılacak olan değişikliklerin sadece İl Genel Meclisi İmar Komisyonu’nun ufku ile sınırlı ve siyasal iktidarın iradesi ve gelecek tasavvuru ile defolu olarak üretilmemesi, Bursa kentinde yer alan tüm yerel aktörlerin demokratik katılımı ve tartışması sonucu ortaya çıkması gerektiği açıktır.

27 Eylül 2011 Salı

Gölyazı'nın yazgısı!


Yazları denize gitmek adettendir bizim ülkemizde, tatil denildiğinde soluğu kendimize uygun bir deniz kıyısında alırız.
Yol ise çoğu zaman en kısa sürede tüketilecek bir zaman olarak kafamızı kurcalar.
Oysa nereye gittiğimizin önemi yoktur. Esas olan gitmenin kendisidir. Belki lazım olur diye aracınıza her şeyi yükleyip Ege kıyılarına doğru yol almaya başladığınızda ULUABAT tüm mütevazılıği ile sizi Bursa’yı geçer geçmez karşılar.
Birçoğumuzun İzmir-Bursa-İstanbul yolculukları için güzel bir manzaradan öteye gitmeyen Uluabat Gölü, ne yazık ki daha değerini anlamadan kaybetmekle yüz yüze kaldığımız önemli değerlerimizden biridir.
Şehir hayatında en son ne zaman duyduğumuzu bile hatırlayamadığımız, güler yüzlü, sıcakkanlı bir “hoş geldiniz”, Gölyazı’da yabancı olduğunuzu unutturur bir anda.
Ardından, sıcacık bir çayın ya da buz gibi bir köpüklü ayranın yanında doyumsuz sohbetleriyle, köylülerin yaşamlarına misafir olmak bile bütün gününüzü mutlu geçirmek için iyi bir neden olabilir.
Gölyazı’nın Nilüferleri, Akçalar’ın göl soğanları, Fadıllı’nın zengin meyve bahçeleri, artık yok olmaya yüz tutan manda yoğurdundan yapılan ayranı Karaoğlan’da tatmalı, Akçapınar-Onaç köylerinin yamaçlarını süsleyen erguvan ve defnelere tanıklık etmelisiniz.
Dorak Köyü bütün gölü ayaklarınızın altına seren, hâkim manzarasıyla, gölü kuş bakışı görebileceğimiz yerlerden olsa da terk edilmiş yalnızlığını, Göl’ün güney yamacındaki tepelerle paylaşır, sessizce.
Köy kahvelerindeki sohbetlerde Göl ile ilgili duyacağınız ilk şey, eskiden günde tonlarca kerevitin ve 21 ayrı tür balığın yakalanabildiği, sularının içilebildiği ve üzerinden gemilerin geçerek Topkapı Sarayı’na buz ve erzak taşıdıkları öyküleri olacaktır. Bir efsane ki; şimdiki sularında, günümüzün tüm kirliliklerini bulabileceğimiz gölün eski günlerinin öyküsü.
Her geçen gün daha fazla kirlenen, ama içindeki tüm canlılarla birlikte buna direnen göl için, aslında düşmanlar da bellidir dostlar da. Dostlar eskisi kadar çok olmasa da, düşmanlar eskisinden çok güçlü ve fazladır aslında.
Üzerimizden geçerken bir kuşun kanadından gömleğimize damlayan umut olmasa, gün doğumundan, gün batımına 1,5 milyon yıl yaşında bu Göl’ün çığlığına kulak kabartmamak da mümkündür.
İsadan Önce altı binlerde Aktopraklık’ta yerleşip, tarımı ve hayvancılığı bilen ilk çiftçilerin izleri size sadece selam vermez, bu toprakların bereketini hatırlatmak için Kızılelma köyündeki ahşap evlerin tanıklığına ortak olmaya çağırır sizi.
1998 yılında RAMSAR Uluslararası Sulak Alanlar Sözleşmesi kapsamında koruma altına alınan Göl, halen dünyada yalnızca 38 gölün sahip olduğu “Yaşayan Göl” unvanına da sahiptir. Uluabat Gölü’nde her şey; renkler, balıkların lezzetleri, kuş seslerinin karıştığı sessizlik kadar havanın kokusu farklıdır.
Ryndakos (Orhaneli) Çayı’nın oluşturduğu Apolyont (Ulubat) Gölü üzerinde bulunan kentin adı bu nedenle Apollonia ad Ryndacum (Gölyazı)’dur. Anadolu’da Işık Tanrısı Apollon adına kurulmuş 8-9 antik kentten tatlı su kenarında kurulmuş tek kent Gölyazı’dır.
Her ne kadar kente adını Bergama Kralı Attalos II, Kraliçe Apollonis’ten esinlenerek, onu onurlandırmak için verdi, denilse de büyük bir olasılıkla Helenistik dönemden çok önceleri buraya yerleşenlerce verilmiştir.
Apollonia ad Ryndacum, yazılı kaynaklarda İ.Ö. birinci yüzyıldan başlayarak karşımıza çıkar. Basılı sikkelerin en tanıdık yüzü olan kerevit gülümser bize biraz buruk da olsa. Bölge Roma döneminde önce Adramittion’a (Edremit), sonra Kyzikos’a (Edincik) bağlanmıştır.
Roma İmparatoru Hadrianus, Bithynia’yı gezerken Apollonia ad Ryndacum’a uğramış ve bunu belgelemek için de kentin surlarının ana kapısına bir yazıt konmuştur. Kentin, Bizans döneminde sırasıyla Bithynia, Nicomedia (İzmit) ve Kios (Gemlik) Piskoposluğu’na bağlandığı bilinmektedir.
Göle adını veren Apolyont(Gölyazı) yerleşimi, Bursa-Karacabey karayolunun 37. kilometresinden güneye sapıldığında beşinci kilometrede karşılar sizi. Eskiden anayoldan güneye döndükten 3-4 km sonra, kente ulaşan birbirine koşut iki yolla karşılaşılırmış.
Dış kalenin yarımadanın en dar yerindeki kapısına, günümüzde Gölyazılılar “Taşkapı” demekteler. Yerleşimin bulunduğu yarımadayı çevreleyen dış kale ve adayı çevreleyen iç kale kalıntılarında, yüzyıllar içinde devşirme malzeme ile yapılan değişiklikler burasının neden kentsel-arkeolojik sit olduğunu betimler.
Topraktan gökyüzüne dek binlerce yılın tanıklığını size izletirken evlerin köhnemiş duvarları, ne yazık ki lağımlar hala açıktan göle akmaktadır. Kentin Apollon Tapınağı, Gölyazı’nın batısındaki Kızadası’ndadır. Mermerden duvarları, Göl yükselince yalnızlığından utanırcasına sular altında kalmaktadır.
Bugün olduğu gibi yüzyıllar boyunca da binlerce insan Göl’le iç içe yaşamış ve Uluabat Gölü, bu insanların beslenmesine ve geçimlerine önemli katkılar sağlamış olsa da artık eski günlerini nostaljik bir hevesle değil ama gerçekten bolluk, refah ve iyi bir yaşam adına aramaktadır.
29 Mart 2009 Yerel seçimleri ile tüzel kişiliğini yitirerek Nilüfer Belediyesi’nin mahallesine dönüşen Göl’ün incisi Gölyazı, M.Ö. 400’lerde başlayan tarihi, Uluabat Gölü’nün içinde bir gerdanlık gibi yer alan coğrafyası, kereviti, balıkları, kuşları ile doğal, tarihsel ve kültürel açıdan çok önemli bir beldedir.
Şairin Gölyazı için dediği gibi;
“…bir yakadan ötekine uzanan
gizil hayatlar
temmuz sıcağında
yiten rum ikindisi
apollonya kavuşamamanın baladı
gölün yüzüne zeytin dallarıyla
yazılan sesleriniz
göç yollarında gider gelir kuş kanatlarında…”(*)
(*) Güney Özkılınç, Şair

26 Eylül 2011 Pazartesi

Türkiye’nin doğası yok oluyor


Özellikle kıyı alanlarında, meralarda, ormanlarda, sulak alanlarda, doğal ve arkeolojik SİT alanlarında dilediği gibi inşaat yapmasını önleyen yasal mevzuatı tek elde toplayıp, bağımsız kurulları ortadan kaldırma icraatı yoğunlaşarak artmaktadır.
Önce 6223 sayılı Yetki Kanunu, sonra 644 sayılı ve 648 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerle Çevre ve Orman Bakanlığının işlevi çökertilmiş, yerine konulan bakanlıklar ve KHK’ler sayesinde ülkemizde kısa vadede en büyük rant ve özellikle doğal alanlarda arazinin arsaya dönüştürülmesi ve sonra imar planı uygulamaları ile elde edilen arsa ve yapılaşma rantının bölüşümüne kapı açılmaktadır.
648 No’lu KHK ile doğal alanları sermayenin hizmetine açmanın yasal dayanağını oluşturan “Tabiatı ve Biyoçeşitliliği koruma” yasasına karşı oluşan onca tepkiye rağmen toplumsal muhalefet, hatta meclis baypas edilerek aynı içerikte bir karar mecliste tartışılmaya gerek görmeden çıkarılıyor. Bu yasalar ile sermayenin yaşam alanlarını talan etmesinin hedeflendiği açık bir gerçekliktir. Yasa, su kaynaklarımızın HES’lere ve su şirketlerine devrini mümkün kılmaya çalışmaktadır. 
Sayısı 4000’lere ulaşan HES projelerinin ve yine geçtiğimiz günlerde DSİ tarafından yayınlanan bir yönetmelikle mikro HES’lerin izne dahi tabi olmadan yapılabilmesinin yasal olarak önünü açtılar. Çıkarılan yasa ve yönetmeliklerle irili ufaklı HES sayısının 10.000’lere ulaşacağını gerçeği ile karşı karşıyayız. 648 No’lu KHK ile doğal SİT alanlarının, milli parkların, ormanların ve tüm koruma alanlarının şu an var olan statüleri ortadan kaldırılmıştır. Bu güne kadarki uygulamalarını göz ününe aldığımızda bu alanlar yeniden tanımlanırken kriterlerinin neler olabileceği bellidir.
İşte bu nedenle evvelce yalnızca DPT, Bayındırlık Bakanlığı ve belediyelerde olan merkezi ve yerel yönetim planlaması yaklaşık 10 kuruluş arasında dağıtılmış ve bu kargaşa ortamından yararlanılarak plansız ve hukuksuz girişimler artmıştı.
TOKİ ve Tapu Kadastroyu bünyesine alan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, KHK’ler ile tepeden inme plan, proje ve hatta inşat ruhsatı/yapı kullanma izin belgesi verme yetkileri ile donatılarak büyük inşaat projelerinin daha çabuk ve engelsiz yürütülmesi sağlanmıştır. Böylece Arap emirlerine, uluslararası inşaat firmalarına, HES ve nükleer enerji pazarlamacılarına, masa başında söz verilen ancak DOĞA KORUMA ve PLANLAMA HUKUKU engeline takılan büyük projelerin önü açılmıştır.
Hükümetin seçim öncesinde rafa kaldırdığı Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu hükümleri yürürlüğe konulmuş ve ayrıca İmar Kanunu, Yapı Denetim Kanunu, Maliye Bakanlığı kuruluş ve Görevleri h.k Kanun, 2863 sayılı Kanunda çok önemli değişiklikler yapılarak engeller kaldırılmıştır. Bu kanun KHK ile özellikle devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kamu arazileri/arsaları/binaları çok kısa süre içinde inşat sektörüne pazarlanacaktır.
2004 yılında Madencilik Kanununda, maden işletmelerine doğal SİT alanlarında bile maden arama ve işletme yetkisi veren ve sonra Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen kanunun amacı bu defa tüm ülke genelinde yürürlüğe girmiştir.
Hükümet Kültür Bakanlığından çekip kopardığı doğal sit alanlarının derecelenmesini yeniden yapacak ve tamamen Bakanlık ağırlıklı Merkez ve Bölge Komisyonlarıyla icraatını yürütecektir. Bu arada 17 Ağustos tarihi itibarıyla Koruma Bölge Kurullarının mevcut üyelerinin sona erdirilmesi de bu operasyonun önemli bir parçası olarak değerlendirilmelidir.
Merkezi idarenin emir ve talimatlarına karşı demokratik direniş haklarını kullanmaya başladıklarında anda ise yine Hükümetin kontrolündeki Özel Yetkili Mahkemelerin çok özel uygulamalarına muhatap olacaklardır.
Çünkü, Anayasa Mahkemesinin yapısı ve üyelerin niteliği 12 Eylül Referandumu ile yeniden dizayn edilmiş ve ‘’dikensiz gül bahçesine’’ uygun Yeni yapılanmadan sonra ‘’sosyal devlet’’, özelleştirme’’, ‘’çevre koruma’ gibi konularda eski korumacı kararlardan rücu edilmeye başlanmıştır.
Bu arada yine 12 Eylül ile yeniden düzenlenen HSYK’nın, Danıştay ve Yargıtay’a seçtiği yeni üyeler ile bu kurumların yapısı da değişmiş ve bu yapılanma yargıç tayinlerine ve yeni kararlara sirayet etmeye başlamıştır.

KHK ile maden faaliyetlerinin önündeki yasal engeller de kaldırılmıştır. Şuan ülke topraklarının %60’ına yakın bölümünde maden arama lisanslarının dağıtıldığını biliyoruz. Karadeniz bölgesine turizm adı altında yapılmaya çalışılan “Samsun’dan Artvin’e açılacak yayla yolunun amacı maden şirketlerinin arama faaliyetleri için bir alt yapı çalışması olduğu gerçeğini unutmuyoruz.
Artık mahkeme karaları ile bu sürece müdahale etmemiz mümkün değildir. Bu nedenle yaşam alanlarımızı dişe diş savunmaktan başka hiçbir çaremiz kalmamıştır. Bu süreci tersine çevirmek için her şeyi yapacağımızı ve yapacağımız her faaliyetin de meşru olacağını biliyor ve buna inanıyoruz.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, sit kararı alan koruma kurulu üyelerinin görevine son verdi. Cumhuriyet tarihi boyunca alınan sit kararları yeniden gözden geçirilecek. Bu kararla Çevre Bakanlığı, çevrecilerin en büyük yasal dayanaklarını ellerinden aldı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Türkiye genelindeki binden fazla 'doğal sit' alanı için şoke eden bir karar aldı. Bakanlığın kararnamesi ile cumhuriyetin kuruluşundan bu yana doğal SİT kararlarının yeniden incelenmesinin yolu açıldı. SİT alanları hakkında tek yetkili olan 'koruma kurulu' üyelerinin görevleri de sona erdi.
SİT alanları ile ilgili her türlü bilgi ve belge, 6 ay içinde bakanlığa gönderilecek. Bakanlık, uzmanlardan oluşturacağı komisyon aracılığıyla tek tek inceledikten son daha önce verilmiş sit statülerinin devam edip etmeyeceğine karar verecek.
Elbette insan haklarını savunma, çevre ve doğayı kurtarma mücadelesi yine yürümeye devam edecektir. Ancak, bu mücadelenin yargısal alandaki işlevi artık çok sınırlıdır.
Sonuç olarak, bu ülkenin çevre, doğa ve ekolojisi çok büyük tehdit altındadır. 

16 Eylül 2011 Cuma

Hrant’ın Arkadaşları’ndan Başbakan’a...


Sayın Başbakan,
Arkadaşımız Hrant Dink’i öldürdüler.
Beşinci yılına yaklaşan adalet arayışımız kadük kalmıştır.
Dilekçe verdiğimiz topyekûn devlet, kendini katile yakın gördü.
Zaten; katil, polis, bayrak ve muzaffer gülümseme kahramanlık posterinde poz vermişti.
Bir türlü ilâmını malûm edemediğiniz o kalabalık güruh, elbirliği ile kıstırmışlar, hain pusuda kurşun sıkmışlar, kaçmışlar, saklanmışlardı.
Şikâyetçiyiz.
“Namus Sözümdür Adalet” diye ölü evinde ant içtiğiniz halde, Hrant Dink’i işaret parmağıyla gösterip “bunu” diyen yardımcınızı“Meclis Başkanı”, resmî makamda, adamları resmen “yakarız canını bak” diyen Vali’nizi “Vekil”, emanet edilen canı kollamayan, kötülerin işini kolaylaştıran Emniyet Müdürü’nüzü “Vali”, 17 yaşındaki O.S’yi kocaman “Ogün Samast” ettiniz.
Kan adaletle susar, şikâyetçiyiz/
İsim verdik soruşturun diye, İçişleri Bakanı’nız "olmaz onlar bizim çocuklar" dedi.
Dışişleri Bakanı’nız AİHM savunmasında bu toprakların yiğit evladına“Nazi” dedi.
Çevik Kuvvetleriniz Rakel Dink önlerinden geçerken katillere yazılan methiye türkülerini mırıldanarak Beşiktaş Adliyesi’nde koro yapıverdiler.
Katillerimizi adalet evine getiren Jandarma, cezaevi aracına “Ya sev ya terk et” diye yapıştırma asmıştı.
Sayın Başbakan, nedir daha derine inmeyi engelleyen o büyük kasabanın sırrı? Nedir sözünüzü tutmanıza mani olan?
Azınlıklardan gasp edilenin birazını geri vermeniz sebebiyle seslendirdiğiniz nutukta, “Bu ülkede hiç kimse ruh tedirginliğiyle yaşamayacak artık” diyordunuz Hrant’ın veda mektubuna atfen.
İnanın tedirginliğimiz her zamankinden büyüktür.
Sayın Başbakan, mala gelenin telafisi bulunur .
Cana gelene de davranınız.
O Anadolu Toprağı’ndan Hrant Dink’in payına bir metrekare toprak düştü; mezarıdır!
Kamera denilen vaka-ü nüvis silinmiş, bize kalan azıcık 19 Ocak 2007 seyirliğinde beş kişi saydık Hrant’a pusu kuranlardan.
Kim bunlar Sayın Başbakan?
Görüneni, görünmeyeni, katillerimizi istiyoruz, adalet olsun, hak hâkim olsun diye.
Bizim hakkımız bizde saklı duruyor, helalleşmekten başka çarenin kalmadığı savaş yorgunu memleketimizde.
Suallerimiz cevapsız... Adalet nöbetçisi “Hepimiz Hrant’ız” diyen yüzbinlerin eli hâlâ vicdanında... Cevaplarımızı almadan susmayacağız, sormaya devam edeceğiz.
Hrant için, Adalet için.
Hrant’ın Arkadaşları.

9 Ağustos 2011 Salı

Türkiye’nin geleceği ve gideceği


1980’li yılların başlarında yapılan darbe aslında 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanmasına zemin hazırlamak ve ülkenin uluslararası sermaye ile eklemlenmesini kolaylaştırmak amacıyla gerçekleştirilmişti.
Askeri cunta yönetiminin yurtta tüm kesimlere ve özellikle sola karşı uyguladığı baskı nedeniyle yurttaş tabanlı örgütlenmeler ve zaten yeterince gelişmemiş olan sivil toplum alanı neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır.
1983 Anayasası ve Özal iktidarının ülkeyi neoliberal politikalara sürüklediği, köprüyü bal gibi satarım, sattırmam tartışmalarının sonrasında ülkenin 1920’li yıllardan itibaren yarattığı tüm sanayi alt yapısı, mali ve ekonomik değerleri ve pazardaki talepleri üzerinden sermayeye peşkeş çekilmiştir.
1980’den 30 yıl geçtikten sonra ülkenin sanayi kuruluşları yanında, devletin uhdesinde olup para eden her şey birer birer satıldı.
Bu satış sürecini bir yandan Kürt sorunu ekseninde Güneydoğu Anadolu’da süren faili meçhul cinayetlerden, devlet için kurşun yiyeninde kurşun atanında Başbakanlar tarafından korunduğu günlerden 2000’li yılların başında ülkenin başka bir şeyi kalmadığında sıranın doğal kaynaklara geldiğini, yaşam alanlarının sermayenin talanı ile yok olmak üzere olduğunu görenler ayaklandı.
Ülkenin dört bir yanında yaşama alanı savunusu üzerinden gelişen spontane örgütlenmeler ortaya çıktı.
1980’li yılların başında “bir takım çevreciler ortaya çıkmış ve 1980 petrol krizi ile birlikte giderek artan sera gazları ve karbon emisyonları nedeniyle iklimin beklenen ve olağandan daha hızlı değiştiğini, bu durumun sürdürülemez olduğunu ileri sürmüşlerdi.
Ama gerek ülkenin faşizmin karanlığında cezaevlerinde tükettiği akıllı ve vicdanlı insanlarının yokluğu ve gerekse cunta sonrası iktidarın anaforu ile zenginleşeceğini düşünen liberal kesimleri dünyadaki ve ülke topraklarındaki bu gelişmeyi çoğu kez küçümser, bir çok kez de marjinal ve gerçekçi olmayan bir bakış açısı olarak tarif edip etiketleyerek toplumun gözünden çıkardılar.
1980 – 2000 döneminde ortaya çıkan sol ve sosyalist siyasal partilerde dahil olmak üzere hemen hiçbir partinin ya da siyasal organın yetkili kurullarında ekolojistler, çevreciler, doğa severler yer alamadığı gibi bu siyasal yapılar üzerinde de etkili olamadılar.
Oysa kıta Avrupası ülkeleri bir yandan ABD diğer yandan petrol krizi ile başlayan süreci fırsata çevirmeyi planlamayı ihmal etmediler.
Dünya’da fosil yakıtlardan hemen tüm mali kaynaklarını elde eden ABD orta vadeli bir plan ile ABD’ye yön veren şirketlerin düşük karbon ekonomisi veya green ekonomi ya da nasıl istersek öyle adlandıralım gelecek için kaynak ayırıp, ar-ge ve geliştirme çalışmalarını tamamladılar.
Bu nedenle günümüzde en çok yenilenebilir kaynaklara yatırım yapan şirketlerin hemen tümü ABD kökenli şirketlerdir.
ABD, Kyoto Protokolü'nü hala imzalamamış ve düşük karbon ekonomisine geçiş, yeni ve doğaya daha az zarar veren teknolojileri geliştirmeyi sürdürmektedir.
Kıta Avrupa’sındaki süreçte benzer biçimde işlemiş, dev Avrupalı sermaye grupları bir yandan enerjinin verimli kullanımına dönük politikaları kendi ülkelerinde geliştirirken, Euro Zonu’nda ortak çerçeve direktifleri ile çevresel ölçütleri yükseltmiş, sosyal maliyetleri, ürün maliyetlerine dahil etmeye başlamış ve sosyal maliyeti yüksek üretim alanlarını çevre ölçütleri yeterli olmayan ülkelere doğru transfer etmeye başlamış ve Kıta Avrupa’sında bir dönüşüm yaşamaya başlamışlardır.
Dünyadaki bu gelişmeler sürerken Türkiye dışa kapalı ithal ikamesine dönük sanayileşmesi gelişmemiş yapısını 24 Ocak 1980 kararları ile terk etmiş ve dış rekabete dayalı, gümrük duvarlarını kaldıran, bir dizi politika ile Kıta Avrupa’sının eski teknolojilerine talip olur bir duruma gelmiştir.
Öncelikle sanayi ara malı niteliğini taşıyan ürünlerle başlayan bu süreçte, 1950’li yılların modelleri olan tekstil makinalarından, 2. Dünya Savaşı sonrasının teknolojilerinde üretilen makina ve ekipmanlara, tüketim malı olarak tarif edilebilecek geri teknolojili dayanıklı ev eşyalarına dek birçok üründe Avrupa’nın çöplüğü haline dönüşmüştür.
Üretilmiş mal ve hizmetlerin ithalatının patladığı bu dönemi kapatan süreç aslına bakarsanız Muğla’nın Gökova Körfezi’nde yapılmak istenen Termik Santral olmuştur.
Bölgenin hafızası 1970’li yıllarda Yatağan’da o dönemki Sovyet teknolojisi ile üretilmiş kömür yakıtlı termik santrali bilmektedir.
Ayrıca Yatağan’ın çalışması da darbe sonrası döneme rast gelmiştir. Termik santral gibi hemen en kirletici yatırımlarını kendi ülkeleri dışına iten Avrupa ülkeleri, 1960’lı yıllarda yapmış oldukları hatalardan ders alarak düşük karbon ekonomisine, enerjinin etkin ve verimli kullanımına yönelmişler, başta termik santraller, çimento fabrikaları, kimya ve deterjan üretim tesisleri vb. bir çok tesisi Euro Zonu dışına itmişler ve Türkiye’de bundan nasibine düşeni almaya başlamıştır.
Yatağan, Gökova derken Aliağa ve Sugözü gibi yenileri eklenerek bu salgın büyümüştür.
Bu akıma eşlik eden uluslararası arka planda neoliberal politik zeminde ulus devletleri sermayenin temerküz ve yoğunlaşması önünde engel gören sermaye bu durumu atomize etmek amacıyla başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede Dünya Bankası ve IMF gibi araçları kullanarak ulus devleti by-pass eden ve kentler üzerinden kentleri dönüştürmeyi hedefleyen bir çizgiye doğru evrilmiştir.
İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Antalya gibi kentlerde başlayan “kentsel dönüşüm” süreçleri ile kentsel toprakların pazarlanması süreci işlemeye başlamıştır. Antalya – Manavgat arasında kıyı kanununa aykırı biçimde bu kıyıların beş yıldızlı oteller ve golf sahalarına tahsisi bu sürecin ürünüdür.
Bu dönem genel olarak çevre mücadelesi olarak adlandırılan alanın kentteki bu dönüşümü de izlemesi ve bu alanlardaki mücadeleleri yürütmesi ile deneyim kazanmıştır. Kentleri talan eden bu anlayışın Anadolu toprağına taşına göz dikmesi için çok zaman geçmemiştir.
Bergama’da, Eşme’de Kaz Dağlarında, Artvin Cerrattepe de ve daha bir çok yerde Siyanürle Altın aranması için verilen ruhsatlar ve açılan ocaklar yanında, başta Antalya ve Bursa olmak üzere Anadolu toprağının dört bir yanında Taş, Maden, Kalker ve Mermer Ocakları, yetmişli yıllarda nükleer enerji çalışmalarına başlanmasına rağmen ancak bir sonuca ulaşarak başımıza bela olan Nükleer Santral kurulması ve son zamanlarda ise Hidro-elektrik Santrallerine (HESler) ise günümüze kadar ulaşmıştır.
“Kentsel dönüşüm” diye başlayan süreç, ülke topraklarının top yekûn işgaline kadar yönelmiştir.
Bu top yekûn işgale zemin oluşturan AB sürecinin hız kazanması olmuştur. Türkiye AB müktesebatına uyum çabaları gerekçe gösterilerek ülke mevzuatında suyun, toprağın, havanın kirlenmesinin hızlanmasına neden olmuştur.
Mevcut AKP hükümeti bu süreci bir fırsat olarak tarif etmeyi Müslümanlıklarından daha çok paracı oldukları için görmüşler ve harekete geçmişlerdir.
61. Hükümet programını TV'lerden anlatan Başbakan bu gelişmenin sadece Türkiye ile sınırlı olamayacağını, Ortadoğu ve Balkanlar ile Kafkasları da içine alan BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ’nin Eş başkanlığını yapmayı öngördüklerini ifade etmiştir.
Dolayısı ile sorun ve dert sadece Türkiye topraklarında değildir.
Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslarla birlikte bu bölgenin geleceğini şimdiden ABD ve AB’nin büyük şirketlerine satan AKP hükümetinin 2023 Büyük Osmanlı Cumhuriyeti projesinin de bununla gerçekleşmesinin ne kadar zor olduğunu görmesi gerekir.
Göremezse birkaç AKP’li zengin olur ama olan biten ülkemize olur

13 Mayıs 2011 Cuma

KEŞİŞ DAĞI AĞLIYOR

Mehmet KARTAL
Nilüfer Yerel Gündem 21
Genel Sekreteri
Barış Mh.Lozan Sok. İncir Parkı İçi Nilüfer – BURSA
Telefon : 0-224-452 32 00 Faks: 0-224-452 32 03







Bildiri Adı            : KEŞİŞ DAĞI AĞLIYOR
Bildiri Konusu      :Bursa’da Doğal Kaynaklar, Çevre Sorunları, Uludağ


ÖZET

Uludağ, Marmara’nın en yüksek tepesi olmanın yanında Güney Marmara ve Bursa kentinin iklim özelliklerini belirleyen en önemli olgudur. Bildiri, çok sık görülmeyen ve önemsenmeyen bu tanımsal durumu, Uludağ,’ın doğal, teknik özellikleri, ormanı, florası, faunası, su kaynakları, toprak yapısı, iklimsel özellikleri ve turizm potansiyeli açısından ele almayı ve tartışmayı amaçlıyor.

Öte yandan Uludağ bilindiği gibi Milli Park. Uludağ’ın Milli Park olma öyküsü, sonrasında gelişen hukuksal süreç ve Milli Parkı parçalama ve yok etme çabalarının da kronolojik olarak aktarıldığı bildiri, aynı zamanda Uludağ ile ilgili bilgilerimizin güncellenmesini amaçlayan didaktik nitelikler de taşımaktadır.

Bildiri bir bütün olarak Uludağ ile ilgili olarak hazırlanmaya çalışılan bir raporun önsözü yada değerlendirme yazısı gibi de algılanabilir. Bildiri Uludağ ile ilgili genel bir değerlendirme ile sona ermekte ve geleceğe dönük bir planlama çalışmasının da ön hazırlığı niteliği taşımaktadır.







Seçimlerden sonra bizi ne bekliyor?


12 Haziran seçimleri giderek yaklaşıyor.
Seçimler yaklaştıkça adayların heyecanı artsa da sonuçlar 3 aşağı 5 yukarı belli gibi.
Tabi ki sandıkta ne olacağı belli olmaz. Ancak biliminsanları seçimlerden 30 gün öncesinde yapılan alan araştırmalarının genel olarak sonucu gösterdiklerini, büyük, radikal ve beklenmeyen değişimler ortaya çıkması halinde bu durumun değişiklik gösterebileceğini belirtiyorlar.
Yani seçim sonuçları belli gibi ve iktidar partisinin tek başına anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa ulaşıp/ulaşamayacağı ve MHP’nin baraj altında kalıp/kalmayacağı tartışmalarını yasadışı videoların medyaya servis edilmesinin gölgesinde tartışıyoruz.
Türkiye 13 Haziran sabahı nasıl olacak?
Bu soruya geniş bir perspektiften bakmak, anayasa tartışmaları ve Türkiye’nin demokratikleşmesi vb. açılardan yaklaşmak mümkün.
Soruna bir de çevre açısından bakalım ve varsayalım ki AKP’nin yeniden iktidar olması ihtimali CHP ve MHP’nin ki kadar olsun.
Yani Türkiye bir iktidar değişikliğine gebe olsun ya da koalisyonlara. Çevre açısından baktığımızda şu anda parlamentoda bulunan 3 parti ve BDP destekli Emek Demokrasi ve Özgürlük Blok’u, Türkiye’de çevre sorunları hakkında ne diyor?
İktidarda yer alan ve bir yandan 48 termik santrale lisans verilmesini, 6 adet nükleer santral yapılmasını 2000 kadar HES ile ülkemiz sularını özel şirketlere devrini pazarlayan hükümetin neleri yapacağını ve planladığını biliyoruz.
Zaten AKP’nin parti programı da bunu teyit ediyor: 
“Güneş, rüzgâr, jeotermal ve biomas gibi enerji türleri yanında yeni hidroelektrik santralleri ile yerli kömüre dayalı, yeni teknolojilerle donanımlı, verimi yüksek, çevreye zararı olmayacak termik santrallerin özel sektör tarafından kurulması desteklenecektir. Petrol ve doğalgaz aramalarına ağırlık verilecektir. Dışa bağımlı doğalgazın kullanıldığı enerji santrallerine alternatif veya ikame yatırım olarak, gerekli güvenlik ve çevre koruma önlemleri alınmak suretiyle, nükleer enerji santralleri kurulacaktır...”
CHP’nin 2011 Seçim Bildirgesine göz attığımızda “Sürdürülebilir Kalkınma” için başlığı altında, “Yerli kaynaklarımıza öncelik veren, çevreye duyarlı ve insan odaklı bir enerji politikası benimseyeceğiz. Ülkemizin sürdürülebilir gelişmesini olduğu kadar, yurttaşımızın esenliğini ve yaşam hakkını temel hedef alacağız. Güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarını çevre dostu teknolojilerle kullanarak ve enerji verimliliğini arttırarak, dışa bağımlılığı azaltacağız.” denilmekte ve termik yakıtlar kabul edilmektedir. Aynı başlık altında devamla “Nükleer enerji konusuna evrensel sorumlulukla ve sadece günümüzü değil, gelecek kuşakları da düşünen bir duyarlılıkla yaklaşacağız. Ulusal bir strateji dahilinde, maliyetlerinin düşeceği ve işletme güvenliğinin artacağı beklenen yeni kuşak nükleer reaktörlere odaklı, teknoloji üretiminden atık yönetimine kadar her aşamada söz sahibi olacağımız bir nükleer politika izleyeceğiz. Nükleer teknolojide en yüksek güvenlik kıstaslarını gözeterek, yeni kuşak reaktörlere odaklanan, teknoloji transferini içeren çalışmaları gerçekleştireceğiz.” denilerek nükleer enerji benimsenmektedir.
MHP’nin 2011 Seçim Bildirgesine göz attığımızda da “Enerji dış bağımlılığının azaltılması, kaynak çeşitliliği sağlanarak kesintisiz ve yeterli bir şekilde üretilmesi, güvenli ve çevreye duyarlı bir arz sistemi içinde karşılanması, yerli enerji kaynaklarının verimli kullanılması, nükleer başta olmak üzere yeni enerji teknolojilerini üretecek yetkinliğe ulaşılması sağlanacaktır. Kamu enerji yatırımlarının plânlı ve istikrarlı bir şekilde gerçekleştirilmesi sağlanacak, yerli ve yabancı sermayenin bu alandaki yatırımları teşvik edilecektir. Enerji ihtiyacının karşılanması için yeni ve yenilenebilir enerji kaynakları ile su potansiyelinin değerlendirilmesi ve alternatif enerji kaynaklarından yararlanılmasını öngören yatırımlar ile bu alandaki araştırma ve geliştirme çalışmaları teşvik edilecektir. Nükleer enerji üretim teknolojisine sahip olmak öncelikli hedeflerimiz içinde olup, enerji arz güvenliğinin sağlanması için nükleer santraller kurulacaktır. “ ifadesi ile termik, nükleer ve fosil esaslı bir enerji temini temel alınmaktadır.
Meclis'te grubu bulunan BDP tarafından desteklenen Emek Demokrasi ve Özgürlük Blok’u ise seçim bildirgesinde “Ormanlık alanların ne sebep altında olursa olsun talanına, özelleştirilmesine, inşaat alanı olarak kullanılmasına izin verilmeyecek. Akarsuların, denizlerin, göllerin, yer altı sularının ve toprağın sanayi atıkları ile kirletilmesi kesinlikle engellenecek. Hasankeyf, Munzur, Allionai, gibi tarih ve kültür mirasları, Karadeniz’deki doğal güzellikler HES’lere kurban edilmeyecek, buralarda başlayan HES faaliyetlerine derhal son verilecek. Siyanürle altın arama uygulamasına son verilecek. Nükleer enerji ve fosil enerji kaynakları yerine; “Merkezi Enerji Konseyi”nce hazırlanacak; yeterli, yerli, çevreci, temiz, sürdürülebilir yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının sağlanmasını amaçlayan yeni bir; “Merkezi Enerji Strateji Planı” oluşturulacak. Ekolojik yapıyı ve toplum yararını gözeten bir politika izlenecek, özelleştirmelere son verilecek, enerjinin üretimi, iletimi ve dağıtımı merkezi olarak planlanacaktır” biçiminde termik, nükleer ve HES’lere açıkça karşı çıkılmaktadır.
Öte yandan tüm partilerin ortak diskuru çevrenin korunması olarak ifade edilmektedir.
“AKP enerji politikasının temelinde, ulusal çıkarlarımızı koruyarak enerji arzının güvenliğini ve devamlılığını sağlamak, rekabete dayalı bir enerji piyasası oluşturmak ve duyarlı olduğumuz çevreyi ve insan sağlığını korumak bulunmaktadır.” denilirken, “CHP, çevresel ve ekolojik riskleri en aza indirmek, sürdürülebilir kalkınmaya katkıda bulunmak ve insani gelişim ve sosyal adaleti geliştirmek amacıyla yeşil ekonomi modelini benimsemektedir. CHP, “ne olursa olsun kalkınma” değil, doğayla barışık sürdürülebilir kalkınma anlayışını savunur" ifadesi kullanılmaktadır.
Şunu söylemek olanaklıdır.
Partiler bir yandan çevreci bir söylem tutturmuş gibi görünseler de parti programlar ve seçim beyannameleri çelişkilerle dolu ve açıkça termik santraller, nükleer enerji ve fosil temelli yakıtlarla bir enerji arzı partilerin ortak kabulü olarak ortaya çıkmaktadır.
AKP’nin yerine diğerlerinin iktidarı da çevre tahribatları açısından bir farklılık içermemektedir.
Şu an itibariyle Kütahya’da Siyanür liçi dolu baraj çökmek üzeredir.
Bartın’da, Gerze’de, Çan’da, Bayramiç’te, İskenderun Körfezi’nde termik santraller için ayağa kalkmış olanlar, Akkuyu ve Sinop’un yanında sayısı altıya çıkan Hopa ve İğneada nükleer santral yapılmaması için mücadele yürütenler, ülkenin dört bir yanında ama özellikle Karadeniz’de HES’ler aracılığı ile suyun ticarileştirilmesine, derelerin ve dolayısıyla yaşam alanlarının yok edilmesine karşı ayaklananların bu mücadeleleri ortaklaştırmasının zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Çünkü iktidar değişse bile çevre tahribatının süreceği ve yaşam alanlarımıza dönük tehdidin büyüyeceği açıktır. 

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Sayın Başkan Altepe’ye Açık Davet

BASIN VE KAMUOYU DİKKATİNE!


Geçtiğimiz ay Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe tarafından basına açıklanan ve Belediye’nin resmi web sitesinde de yer alan Marmara Denizi’ni Uluabat Gölü ile buluşturma Projesi hakkında, 11 Mayıs 2011 tarihli gazetelerde yeni bir haber yer almaktadır. Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından ABD’den getirilen hovercrafta, Recep Altepe’nin yanında Mudanya Yelken Kulübü Başkanı, BUSKİ Genel Müdürü ve yardımcıları ile Büyükşehir Belediyesi’nden diğer bürokratların katıldığı yayınlanan haberlerde görülmektedir. Sayın Altepe önceki denemesinde hem Göl içindeki sedimantasyondan hem de Kocaçay dibindeki dip tortusundan ilerleyememişti. Marmara Denizinden gelecek teknelerin Uluabat Gölü’ndeki turizmi geliştireceği söylenen proje için daha hazırlık aşamasında Göl Sayın Başkan’a yol vermemişti.
Uluabat Gölü’nün Marmara ile buluşturulması Projesi, Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından 17.05.2005 tarih ve 25818 sayılı resmi gazetede yayınlanan Sulakalanların Korunması Yönetmeliği’ne göre değerlendirilmelidir. Yönetmeliğin 1. maddesi “  Özellikle Su Kuşları Yaşama Ortamı Olarak Uluslararası Öneme Sahip Sulak Alanlar Hakkında Sözleşme (Ramsar Sözleşmesi)'nin uygulanmasına yönelik, uluslararası öneme sahip olsun veya olmasın tüm sulak alanların korunması, geliştirilmesi ve bu konuda görevli kurum ve kuruluşlar arasında işbirliği ve koordinasyon esaslarını belirlemektir.” hükmündedir. Ayrıca aynı yönetmeliğin 7. Maddesi hükmüne göre  “  Koruma bölgeleri içerisinden doğal sulak alanların ekolojik karakterini ve fonksiyonlarını olumsuz yönde etkileyecek ölçüde yerüstü ve yeraltı suyu alınamaz, sistemi besleyen akarsular ile diğer yüzey suların yönleri değiştirilemez veya sistemde su depolanamaz. Sulak alanlardaki su rejimini etkileyebilecek her türlü faaliyet için planlama aşamasında Bakanlığın uygun görüşü alınır. “
Öte yandan ülkemiz AB sürecinde çevre faslında müzakereleri yürütmeye başlamış olup, şu anda çeviri ve düzenlemeleri süren AB Habitat Direktifi (92-43-EEC) ve AB Yaban Kuşları Direktifi(79-409-EEC) yakın zamanda yürürlüğe girecektir. Direktiflere göre ülkemizin koruma alanları arasında ekolojik koridorlar oluşturması gerekecektir. Manyas Gölü, Uluabat Gölü ve Kocaçay Deltası gibi bölgede bulunan ve her üçü de koruma altında olan bölgeler arasında kalan alanların ekolojik koruma koridorları ile geliştirilmesi ve koruma altına alınması ile Sayın Başkan’ın hayali gerçekten hayal olabilecektir.
Bu nedenle Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı tarafından gündeme getirilen proje için Sayın Altepe’yi başkaca adımlar atmadan, her ikisi de koruma altında olan Uluabat Gölü ve Kocaçay Deltası için projelerini tartışmak üzere Kamu Kurumlarının temsilcileri, Üniversite Temsilcileri ve Sivil Toplum Kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan ve Bursa Valiliği tarafından Başkanlığı yürütülen Bursa Yerel Sulakalan Komisyonu’na başvurmaya ve projesini bu komisyonda görüşmeye davet ediyoruz. 


3 Mayıs 2011 Salı

İmam-cemaat ilişkisi


Başbakan’ın, 30 milyar dolar teklif geldiğini söylediği Kanal İstanbul projesini açıkladığı günden beri Türkiye seçimleri bile unuttu ve bu proje tartışılıyor.
Usame Bin Ladin’in ölümü bile gazetelerde bu projenin önüne geçememiş durumda.
Projenin içeriği ve İstanbul için anlamını tartışmayı başka bir yazıya bırakarak, Recep Altepe’nin Başbakan’ın bu projesinden haberdar olduğu kantine ulaştığımı belirtmeliyim.
Sanırım, Başbakan Recep Altepe’ye Büyükşehir Belediye Başkanları ile yaptığı toplantıda bu projeden söz etmiş. Recep Altepe’nin de aklına Bursa için bir çılgın proje yapma fikri gelmiş olmalı.
Yoksa Uluabat Gölü’nü Marmara Denizi’ne bağlamak gibi bir hayalin peşinden neden koşsun değil mi?
Üstelik bunun yapılacağı bölge Büyükşehir Belediye sınırları içinde bile değilken.
Ama biliyoruz ki Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı’nın uzunca bir zamandır istediği ve merkezi hükümetten talep ettiği gerçekleşirse-ki seçimlerden sonra gerçekleşme olasılığı yüksek- Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin sınırları genişleyecek ve Altepe çılgın projesi için zemin kazanmış olacak.
Ancak buna karşın Uluabat’ı Marmara’ya bağlamak isteyenlerin projelerini gerçekleştirmeleri zor.
Neden mi?
Uluabat Gölü’nün ortalama derinliği 1-2 metre seviyesinde, Uluabat Gölü doğal bir marina olamaz, yatlar açılan kanaldan geçse bile gölde yüzemeyecektir. Nil nehri düzgün bir derinlik seviyesine sahiptir ve derinliği 8 metreden daha fazladır. En geniş bölgesi 25 km, en dar kesimi 40 metre civarındadır.
Uluabat Gölü’nün 1900’lü yılların başında derinliği tekne işleyebilecek düzeyde olmasına karşın son yüzyılda Susurluk Havzası'ndaki kötü toprak kullanımı, aşırı erozyon, tarım topraklarının amaç dışı kullanımı gibi nedenlerle ortaya çıkan sediment taşınması ile dolduğundan, böyle devam eder ve önlem alınmazsa Göl 80 yıl içinde tamamen dolarak bataklığa dönüşecektir.
Ayrıca sadece Uluabat Köyü’ne gidip bakmakla tüm "Susurluk Havza Sistemi" kavranamaz. Ülkemizdeki 25 havzadan biri olan Havza karmaşık birçok durumu bünyesinde barındırmaktadır. 
Örneğin, sediment taşınımı nedeniyle Mustafakemalpaşa Çayı’nın göle girdiği delta ile Göl’ün en büyük adasıyla birleşmek üzeredir. Çınarcık Barajı’nın Uluabat Gölü’ne su vermeye başlamıştır ve bu nedenle bir taşkın vb. olmamıştır.
Uluabat Gölü’ne gelen su fazla değildir, tam tersine yıllara göre Göl’e giren su miktarı azalmıştır. Göl havzasındaki her bir kuşun böceğin, balığın o suyun her bir damlasına ihtiyacı vardır ve Göl üç milyon yıldır olduğu gibi kendi su bütçesini kendisinin ayarlayabilir.
Hem Uluabat Gölü hem de Kanal yapılması düşünülen Kocaçay Deltası Koruma Alanı olarak ilan edilmiştir. Her iki bölgede hem Ramsar hem de Bern ve Paris Sözleşmeleri ile korunmaktadır. Dolayısıyla buralarda yapılacak her faaliyet için ülkemiz yasaları yanında bu sözleşmelere de uyulması şarttır.
Uluabat Gölü ve Kocaçay Deltası ile Manyas Gölü Palearktik Doğu Kuş Göç Yolu üzerinde olması nedeniyle her yıl yüzlerce türden milyonlarca kuşa ev sahipliği yapmaktadır.  Uluabat Gölü, Avrupa, Ortadoğu ve Türkiye’deki en çok balık çeşitliliğine sahip göllerin başında gelmektedir.
Proje ile Uluabat çıkış ayağını genişletip, derinleştirmenin Susurluk Havzası sistemi içinde Kocadere’ye bağlanan Simav Çayı ile Nilüfer Çayı’ndan ve en önemlisi Göl’den daha fazla su çekecek olması nedeniyle Havzanın su rejimini bozulacağı açıktır.  
Başbakan’ın İstanbul için önerdiğinin benzerini öneren Altepe için halk arasında çok kullanılan imam-cemaat ilişkisini özetleyen atasözünden başka bir şey gelmiyor insanın aklına ister istemez. 

23 Nisan 2011 Cumartesi

Şartusun yaptumaycoz*


22 Nisan 2011 günü Bartın’da bir şenlik yaşadık.
Bartın Platformunun düzenlediği miting Kemer Köprü’den Bartın meydanına kadar aktı.
20.000’den fazla Bartınlı “yaşam hakkıma dokunma” demek için “Santral Yapma Boşuna Yıkacağız Başına” sloganı ile yürüdü.
İstanbul, Bursa, Samsun, Kastamonu, Zonguldak’tan gelen ve sayıları 50 kişiyi aşmayan konuklar dışında katılımcıların tümü bölge halkından kişilerdi.
Kurucaşile,Ulus, Filyos’tan Küre Dağlarından Loç Vadisi’nden köylüler traktörlere, köy minibüslerine binmişler ve Bartın’da tek ses tek yürek olmuşlardı.
Daha kente girerken bizleri pankartlar ve tabelalar karşılamıştı zaten hepsinin tek bir ortaklığı vardı: Bartın’da termik santral istemiyoruz.
Bartın Çarşısındaki tüm dükkanların camlarında ve vitrinlerinde mitingin duyurusu yer almaktaydı.
Kentin esnafından kahvede oturanına dek herkes bu termik belanın kentlerinden uzak tutulmasını ve ülkeden de uzak tutulmasını istediklerini açık ve kesin bir dille ifade ettiler.
HEMA A.Ş. adlı kuruluş Bartın’da kurulmak istenen 2640 MW'lık 2 termik santralin projesi için önce Tarlaağzı-Gömü bölgesi için bir başvuru yapmış. Bartın Platformu’nun çabaları ile olumsuz ÇED raporu alınırken şimdi aynı şirket ilk yerin 2-3 km ötesinde Delikliburun’da başvuru yapıyor.
Bartın-Amasra arasına yapılmak istenen termik santralle ilgili ÇED süreci başlamış durumda.
Bartın, Küre Dağları Milli Parkı sınırları içinde yer alıyor. 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’na göre Bartın’da ağır sanayi ve enerji yatırımları yapılamayacağı kesin.
Şirket kararlı gibi görünüyor ama halk en az şirket kadar kararlı; “Termik Santrali Yaptırmayacağız” diyor.
Buna karşın termik santral yapma talepleri ardı ardına geliyor.
Bu durum sadece Bartın için böyle değil. Benzeri biçimde İskenderun Körfezi’nde de 16-17 adet termik santral yapılması için başvurular yapılmış ve lisanslar sağlanmış durumda.
Biliyorsunuz, "Çernobil nükleer felaketi"nin yıldönümü geldi çattı. Japonya’daki deprem ve ardından gelen "Fukuşima nükleer felaketi" ortada iken Başbakan ve Enerji Bakanı "nükleer santral için kazmayı vuracak hale geldik" diyor.
Başta Akkuyu ve Sinop olmak üzere 6 adet nükleer santral yapımı için hükümet yola çıkmış durumda.
Hatta İğneada Longoz’u gibi dünya harikası bir noktaya yapılması da planlanmakta.
Öte yandan Türkiye’de özellikle başta Karadeniz bölgesi olmak üzere ülkenin dört bir yanında 1400 adet hidroelektrik santral yapılmak isteniyor.
Tüm bu çabaların temelindeki amaç ortak, 21.yüzyıldaki en önemli çatışma alanının enerji olacağı kabulü ve bu kabul doğru. Önümüzdeki yüzyılda enerji sorunu ile ciddi olarak uğraşacağız.
Peki, ülkemizin enerji ihtiyacı olacağı iddiası doğru mu? Bunu tartışmamız gerekiyor.
Türkiye’nin kurulu enerji gücü 49.000 Mw ve bunun şu anda ancak yüzde 60-70’lik bir kısmı kullanılıyor.
Sözü edilen tüm tesisler yapılmış bile olsa bunların kurulu gücümüzün yüzde 20’sine ulaşamayacağı da açık.
Burada sorun bir enerji sorunu değildir. Sorun hükümetin bu alanı sermayenin insafı ve iştahına açık bir alan haline getirmek üzere yakın geçmişte yaptığı düzenlemelerdedir.
Dün Bartın halkı, termik santrale hayır diyen güçlü bir ses verdi.
24 Nisan Pazar günü İstanbul’da Kadıköy Meydanı’nda nükleer santrallere hayır denilecek.
Anadolu halkları ayakta ve suyuna, toprağına, havasına ve yaşam alanlarına karşı gelişen bu tecavüzün farkında. Bu nedenle sesini yükseltiyor
Bartın’lı yaşlı bir teyzenin dediği gibi: ŞARTUSUN YAPTUMAYCOZ

(*) Bartın yerel dilinin güzelliği ile şart olsun yaptırmayacağız.

19 Nisan 2011 Salı

'Fırıncıya Söyleyin Ekmek de Vermesin…'


Başbakan’ın 2023, Cumhuriyetin 100.yılı hayalleri kurduğu, İstanbul’da 3 kent kurulması çılgınlıklarının yaşandığı ve seçime 50 gün kalan Türkiye’de YSK’nın kararı tam anlamıyla şok yarattı.
Yüksek Seçim Kurulu (YSK), aralarında Hatip Dicle, Leyla Zana, Sebahat Tuncel, Ertuğrul Kürkçü ve Gülten Kışanak'ın da bulunduğu 12 bağımsız milletvekili adayının adaylığını, milletvekili seçilme yeterliliğini etkileyecek eski mahkumiyetleri bulunduğu gerekçesiyle iptal etti.
Kurul, bağımsız milletvekili adayları ile siyasi partilerin milletvekili geçici aday listeleri üzerindeki incelemelerini tamamlamış, milletvekili adaylarının adli sicil kayıtlarını inceleyen YSK, 12 bağımsız milletvekilinin sabıka kayıtları bulunduğunu saptamış ve milletvekili adaylıklarının iptaline karar vermiş.
YSK’nın bu tür kararlarına itiraz yolu açık değil dolayısıyla bağımsız adayları destekleyen Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloğu’na dahil parti ve yapıların gösterdiği bağımsız adaylar için artık yapacak bir şey yok, yani yerlerine yenileri konulamayacak.
Ancak partilerin var.
Bunu neden yazıyorum çünkü sadece bağımsız adaylar için değil ÖDP adaylarının da benzeri gerekçelerle adaylıkları YSK tarafından sonlandırılmış durumda.
Başta Kürtler olmak üzere  yüzde 10’luk seçim barajının mağduru durumunda olanlar şimdi de adaylık iptali ile başka bir yola doğru itilmekteler.
Sistem kendi önlemini alıyor, geçen seçimlerde bağımsız adayların kazanmasını ve Meclis'e girmesini göz ardı eden ve büyük bir hata yaptığını gören sistem bu kez aynı hatayı tekrar etmemek için şimdi de bağımsız adayların önünü tıkıyor.
Acaba yaptıkları her davranış konuşma, eylem, hareket için dava açılan insanlar nasıl olacak da temsil edilecekler, milletvekili olacaklar?
Siyasal olarak nasıl temsil edilecekler?
Türkiye’de seçim sistemi nedeniyle halkın yarısına yakın kısmının iradesi TBMM’ye yansımaz durumda iken, baraj konusunda meclisteki hemen tüm partiler zımni bir kabul içinde davranırken, her fırsatta “dağdan inilsin, siyaset yapılsın” denilirken, adaylıkların iptali ne anlama geliyor.
Bu Türkiye demokrasisi ve Kürt Sorunu’nun çözümüne altına dinamit koymak demektir.
Bu karar ile Seçim Yasası’nın, Siyasal Partiler Yasası’nın, 12 Eylül Hukuku’na dahil olan tüm yasaların neden değişmesi gerektiği bir kez daha anlaşılmış olmalıdır.
AKP başta olmak üzere tüm siyasal partilerin bu durumu düzeltmek üzere adım atması şarttır.
Hem bu kararı alıp hem de yargıya müdahale edemeyiz sözleri, kimselere inandırıcı gelmeyecektir.
Seçimler şimdiden şaibeli hale gelmiştir.
Bu haliyle seçim yapılması demek yeni oluşacak Meclis'in de şaibeli hale düşmesi demektir.
Yeni Meclis’ten yeni bir anayasa yapma beklentisinde bulunan Başbakan’ın bu yeni Meclis'e yeni bir anayasa yaptıramaması demektir.
Aslına bakılırsa bu şaibeden en çok etkilenecek Kürtler kadar AKP’nin kendisidir aynı zamanda.
YSK’nın bu kararının anlamı Kürtlere siyaset yapmayın demek. Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi :
“Fırıncıya Söyleyin Ekmek de Vermesin…”