10 Kasım 2006 Cuma

Düşler Tarlasından, Mayın Tarlasına Düşen Toptu Ülkemin Tüm Çocukları


Tarihi Kentler Birliği Mardin – Midyat Buluşması için 7-10 Eylül 2006 tarihlerini Mardin-Midyat-Nusaybin-Gercüş-Hasankeyf’de geçirdik. Mardin ve Midyat Belediyelerinin ortak konukluğunda çok iyi ağırlandık. Özellikle Mardin Belediyesi Kültür Müdürü Mehmet Hadi BARAN’ın bize çok iyi ev sahipliği yaptığını belirtmek gerek. Baran sana selam olsun.

Bir tür kapalı lahmacun olan Sembusek, kuzu etinden iç pilavlı Kaburga Dolması, hem kızartılmış hem haşlanmış içli köfte, Lebeniye denilen yoğurt ve bulgurdan yapılan çoban çorbası, taze çekilmiş tarçının mis gibi kokuları ortalığa yaydığı İrmik Helvası gibi bölgeye özgü ve ağırlıklı et yemeklerinden tattık.

Kaldığımız otelin terasında büyüsüne kapıldığımız, büyük bir tepsi gibi kızıldan beyaza dolaşarak doğan ay, sağımızda gecenin tüm görkemini uzak gezegenlerden bir gölge gibi üzerimize yağdıran Mardin, solda ve uzaklarda göz kırpan ışıkları ile Suriye köylerini işaretleyen Yukarı Mezopotamya Ovası, ruhumuzu Kasımiye Medresesinin eyvanındaki havuzunda bir resme dönüştürüyordu.

Ulucami’den gözlerinizi ufka doğru çevirdiğinizde Yukarı Mezopotamya Ovası’nın önünüzde uçsuz bucaksız bir umman gibi uzandığını görüyor ve Mardin’de deniz olduğu izlenimine kapılıyorsunuz. Ovanın bereketini tarım yapılan topraklarda hissederken, Mardin ağaçsız ve açık bir müze kent gibi arkanızdan sizi ovaya itiyor. Mardin’i kimin kurduğu üzerine rivayet çok ama bilinen M.Ö. 4500’lerde Mezopotamyalı bir halk olan Subariler yerleşmiş buralara. O günden M.Ö. 7. yüzyıla dek hep yerleşim alanı olarak kalmış bölge.  Sırasıyla Sümerler, Akadlar, Elamlar, Babil, Hititler, Medler, Asurlular, Selevkos Devleti, Persler, Sasaniler gibi onlarca devlet hüküm sürmüş ve tarihi biriktirmiş bu topraklarda. M.S. 1. yüzyıldan itibaren ise önce Roma İmparatorluğu sonra Bizans’ın payına düşmüş bölge bütün bütün. 1071’deki Malazgirt Savaşına kadar bu topraklar çeşitli İslam devletlerinin eline geçmiş, 1071 den sonra ise Selçuklu hüküm sürmeye başlamış buralarda. Artuklular bölgede Selçuklulara bağlı 2 ayrı devlet kurmuşlar. Merkezi bu günkü Hasankeyf olan Artukoğulları Beyliği aynı zamanda İpek yolu’nu da kontrol etmiş yaşadığı sürece. Selçuklulardan, Eyyubiler, İlhanlılar, Memluklar, Timurlular, Karakoyunlular, Akkoyunlular, İran Safavileri derken, Yavuz, 1517’de Çaldıran ile bu bölgeleri Osmanlı toprağına katmış. Ve merkezi Diyarbakır olan sancağın 24 ilinden biri haline dönüşmüş Mardin ve yöresi.

Mardin’e gitmeden okuduğum Ahmet Ümit’in Kavim adlı romanı bu bölgeden İstanbul’a uzanan bir cinayeti resmediyordu. Süryanilerle ilgili bir şeyler okurken bir de Ahmet Ümit sözünü söyleyince Mor Gabriel Manastırını görmek benim için ilginç ve muammalı bir hal almıştı. Süryaniler azizlerine Mor diyorlar bunun renk olan morla bir ilgisi olmadığını öğrendik. Arap kökenli olanlar ise hançerelerinden çıkardıkları sesle Maer gibi bir şey söylüyorlar ama bizim gibi şehirliler için tekrarlamak olanaklı değil. Mor Gabriel, Mor Yakup, Mor Abrohom gibi manastırlar bölgeye yayılmış durumda. Mor Gabriel bir aziz ama Müslümanların Hızır peygamberine benzeyen herkesin yardımına koşan bir aziz ve yardımseverliği kadar da mütevazi. Zaten Deyrulumurun ve Deyrulzafaran Manastırları ile bölgedeki diğer tapınaklarda ilginç bir sadelik ve mütevazilik insanın aklına işleniyor. Manastırdaki Metropolite bu sadeliğin nedenini sordum. İlk Hristiyanlar olmaları nedeniyle mi yoksa bölgenin genel havasından ve mütevaziliğinden ayrı düşmemek için mi böyle sade manastırlarınız diye. Aldığım yanıt açıktı. “Her ikisi de doğru hem inancımız ve hem de bölgenin sadeliği bizi böyle yapan” dedi.   Mardin ve yöresi, tam bir kavimler kapısı, bir yandan da inançların beşiği, buralara ilk gelenler Şemsiler(güneşe tapanlar) sonra Yahudiler, Ermeni, Süryani ve Keldani Hristiyanlar yerleşmiş, sonra Müslümanlar. Deyrulzafaran Kadim Süryani Manastırı’nın –diğer bir ifade ile Mor Gabriel Kilisesi’nin- bir Şemsi tapınağı üzerine bina edildiğini öğrendik.  Bölgede Türkçe, Kürtçe, Arapça ve Süryanice olmak üzere 4 dil konuşuluyor. Dar abbaralardan (üzerinde evlerin olduğu tüneller, Mardin’de sokakları birbirine bağlıyor) geçilen sokaklarda daracık dükkanlarında herkes size hoş geldin diyor, kahveye çaylar dört dilden söyleniyor. Masadan masaya laflar Arapça başlayıp, Kürtçe bitiyor. Arastalarında Mardin işi tepsilere Şahmaran desenler işlenirken, kilisenin çanı, camiden yükselen ezan ile kardeşçe avazesini aleme salıyor, alçak perdeden bir hışırtı gibi güvercinler kanat çırparken, taş işleyen çekiçlerin aşk dolu nağmeleri aklınızı uyuşturup yüreğinizin o güne dek hiç açılmamış kapılarında size selam duruyor.  Doğudan yükselen ışık Diyarbakır ufukları üzerinde batmaya yüz tuttuğunda buraların başka bir alemin parçası olduğunu duyumsuyorsunuz.

Tüm büyüyü sarsan belki de Onat Kutlar’ın dediği gibi bu Mardin’in hoyratlığıdır, keder kartallarının gölgesi altında, tütün saran elleri kınalı, günahsız ölümlerin boy attığı Mezopotamya. Oysa gündüzün bütün yoksulluğu ve yoksunluğu ile önünüzde serilen Şırnak asfaltı gerçekleri hatırlatır sizlere. Özel Timin kaba, nobran ve merhamet bilmez uzun namluluları, gerçeğin siyahına dönüşürken, Midyat’ta yoksul çocukların düşsüz gözleri ve umutsuz iki yana sarkmış elleri karşılar sizi. Midyat adının aynadan geldiği rivayet olunur tıpkı buralarda yaşayanların Türkçe, Kürtçe, Süryanice ve Arapça karışımı bir dil olan Mahalmice’yi konuşurken kendini gördüğü gibi. Buralarda Türk, Kürt, Arap, Süryani aynı yoksulluğa aynı ritüelle evlenir, aynı aynada kendine bakar gibi. Midyat size gümüşün oyununu sunar bir sır verircesine, dükkanların vitrinlerindeki ışıltı ne denli çoksa sokaktaki çocukların gözlerindeki ve yüreklerindeki yoksulluk da o kadar çoktur Midyat’ta.  Güneş yorulmuş gibi kaçar sokakların yaşlı taş yüzlerinden, binlerce yıllık sözcükler dağılırken sokak aralarına, kapanan kepenkler kederli oyununa başlatır Mezopotamya’nın kendine ait sandığı yıldızlarıyla, isli kandillerin soluklaştırdığı Midyat yoksulluğunu. Olanca ağırlığı ile bürünür siyaha gece, ne bir ses, ne bir koku, ne bir güzellik kalır kendini ayıran geceden, korkunun imparatorluğu sessizce yağar çarpan tüm kalplerin üzerinde.

Yolumuz Nusaybin’edir, ışık dolunca yeryüzünün tüm noktalarına, Dara’daki su sarnıçlarının susuzluğu koşut gider mayın tarlalarının insansızlığına. Nusaybin’de çocuk olmak zordur. İki kez sektirdiğin topa sertçe vurduğunda top düşlerin gibi ya mayın tarlasına düşer ya da bölünmüş kaderi gibi Nusaybin’in karşı tarafa geçer. Bu nedenle Ahmet TELLİ,
“Orda ölmek çocukların asıl işi
Ağlamaksa kadınların nasibi
Bu yüzden küskündür onlar
Osmanlı mülküne ezelden beri
Bu yüzden Ezidi Asuriye benzer
Süryani Ermeniye ya da hepimize
Ve yanlış okundukça Dicle ile Fırat
Efsane alacak tarihin yerini” der.
Düşleri mayın tarlalarında yok olan çocukların ülkesidir buralar. Değil başka dünyalara, uzayın uzak köşelerine gitme düşleri kurmak, bahçe duvarının arkasına gitmek bile ölümün öbür adıdır Nusaybin’de. Kürtler Mêrdin der Mardin’e “delikanlılar şehri” manasında, eğer öyle ise Nusaybin “düşleri tükenmiş çocukların şehridir.” Kim koymuş bu sınırları onların yüreğine hem de ipek yolunun üzerinde bilinir, Timur yaktığı için bir daha kendine gelemeyen Nusaybin’in kadersizliği bağlar Suriye köylerindeki akrabalıkları. Hiç düşünmüş müdür? Bağdat’tan, Musul’dan gelen kervancılar develerin gölgesinde güneşten saklanırken bastıkları toprakları bir gün insanlığın en büyük ayıbı olan sınırlar ayıracak. Binlerce yılın durağını, yüzyılların müebbetine bağlayan masa başı haritalarını çizenler, ekmek parasının bastığı mayınlarda yok olan yürekleri kabuslarına kısa film yapmışlar mıdır? Yakınları uzak yapmanın cezasını, yok olan çocuk düşlerinde tek ayak üzerinde beklemek olarak ödemişler midir? Masallara, hikayelere, düğünlere, manilere, ağıtlara, türkülere yansıyan, düşlere, umutlara, geleceğe bakan gözlere yansımamış mıdır? Akrabasını, komşusunu dikenli tellerin ve mayınların arkasında bırakanlar, yılda sadece birkaç kez el sallamasına izin verilen ortak çarpan yürekler, düşmanlıkları bir buğday tarlasını okşayan rüzgarlar gibi dağıtmaz mı?  Dedik ya kadersizdir Nusaybin, yenik, umutsuz, gözle görmenin yetmediği, yaşamla ölüm arasında tetikte ve tedirgin.

Küçük üçgenden dikkat mayın tabelalarını sırtımıza yükleyip bir başka trajediyi sergilemeye giden gezici kumpanyalar gibi güneşin kızıldan gümüşe döndüğü yöne doğru ipek yolunu izleyince, ne olduğunu anlamadan önümüze çıkan Hasankeyf, nefes alıp verdiğimizi anlamak için lirik bir şiiri okur gibi gözlerimize hücum eder. Gördüğümüz düş değildir. Dicle’nin suyunu kim sınırlamış bu güne dek sakin sakin aktığına bakarak ve hangi vicdansız vermiş buraların idam fermanını. Yüzlerce yıla direnen minareleri politikanın kararları yıkabilir mi? Taştan oyuklarında çarpan yürekler, toprağın kaderinde kararttığı tenler değil mi dünyayı yaşanası kılan? Cilveyle yürüyen bedenlerinin esirgendiği insanlığa, simsiyah bir kederle örülü gözlerle bakan ve sonlarının Hasankeyf gibi olacağına artık inandırılmış kadınlar, umudu nasıl doğuracak bu topraklarda? Ceylan derisi koltuklarında katline ferman verdikleri dağlar, kararı temyiz edip hesap sormayacak mı? Ülkemin yoksul, yoksun, hilesiz seven, aşkları yarım kalmış, sevdaları yaralı, bir akrep gibi kendini ve tarihin  izlerini yok sayan tüm insanları, seslerinizin akustiği gökyüzünde çınlamayacak mı? Diller birbirini anlarken, dinlerin kendilerine komşu olduğu bu topraklar sahipsiz midir? Taşlar elleri anlatmaz mı? Her taşın her sokağın bir efsanesi yok mu? Bilin ki gülmüyor artık Hasankeyf’in mahcup kadınları, kentime dönecek ve “Tanrı’nın soluğunun değmediği yerlere gittim” demeyeceğim.
“Alacanım,
Yakılmış bir köyün adıydı adın
Görmedi kimse
İçinde ben de yandım
O gün bugün kalbimin doğusunda tüten duman
Nerede olursan ol göğündeyim kanlı tarih her zaman
Mardin’im Midyat’ım
Ah benim altından avaze sesim
Kardeşlerimdi ölen de öldüren de
Aranızdaki duvarda

Gömülü kaldım”  diyeceğim...          

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder