Tarihi
Kentler Birliği Mardin – Midyat Buluşması için 7-10 Eylül 2006 tarihlerini
Mardin-Midyat-Nusaybin-Gercüş-Hasankeyf’de geçirdik. Mardin ve Midyat
Belediyelerinin ortak konukluğunda çok iyi ağırlandık. Özellikle Mardin
Belediyesi Kültür Müdürü Mehmet Hadi BARAN’ın bize çok iyi ev sahipliği
yaptığını belirtmek gerek. Baran sana selam olsun.
Bir
tür kapalı lahmacun olan Sembusek,
kuzu etinden iç pilavlı Kaburga Dolması,
hem kızartılmış hem haşlanmış içli köfte,
Lebeniye denilen yoğurt ve bulgurdan
yapılan çoban çorbası, taze çekilmiş tarçının mis gibi kokuları ortalığa
yaydığı İrmik Helvası gibi bölgeye
özgü ve ağırlıklı et yemeklerinden tattık.
Kaldığımız
otelin terasında büyüsüne kapıldığımız, büyük bir tepsi gibi kızıldan beyaza
dolaşarak doğan ay, sağımızda gecenin tüm görkemini uzak gezegenlerden bir
gölge gibi üzerimize yağdıran Mardin, solda ve uzaklarda göz kırpan ışıkları
ile Suriye köylerini işaretleyen Yukarı Mezopotamya Ovası, ruhumuzu Kasımiye
Medresesinin eyvanındaki havuzunda bir resme dönüştürüyordu.
Ulucami’den
gözlerinizi ufka doğru çevirdiğinizde Yukarı Mezopotamya Ovası’nın önünüzde
uçsuz bucaksız bir umman gibi uzandığını görüyor ve Mardin’de deniz olduğu
izlenimine kapılıyorsunuz. Ovanın bereketini tarım yapılan topraklarda
hissederken, Mardin ağaçsız ve açık bir müze kent gibi arkanızdan sizi ovaya
itiyor. Mardin’i kimin kurduğu üzerine rivayet çok ama bilinen M.Ö. 4500’lerde
Mezopotamyalı bir halk olan Subariler yerleşmiş buralara. O günden M.Ö. 7. yüzyıla dek hep yerleşim alanı
olarak kalmış bölge. Sırasıyla Sümerler,
Akadlar, Elamlar, Babil, Hititler, Medler, Asurlular, Selevkos Devleti,
Persler, Sasaniler gibi onlarca devlet hüküm sürmüş ve tarihi biriktirmiş bu
topraklarda. M.S. 1. yüzyıldan itibaren ise önce Roma İmparatorluğu sonra
Bizans’ın payına düşmüş bölge bütün bütün. 1071’deki Malazgirt Savaşına kadar
bu topraklar çeşitli İslam devletlerinin eline geçmiş, 1071 den sonra ise
Selçuklu hüküm sürmeye başlamış buralarda. Artuklular bölgede Selçuklulara
bağlı 2 ayrı devlet kurmuşlar. Merkezi bu günkü Hasankeyf olan Artukoğulları Beyliği
aynı zamanda İpek yolu’nu da kontrol etmiş yaşadığı sürece. Selçuklulardan,
Eyyubiler, İlhanlılar, Memluklar, Timurlular, Karakoyunlular, Akkoyunlular,
İran Safavileri derken, Yavuz, 1517’de Çaldıran ile bu bölgeleri Osmanlı
toprağına katmış. Ve merkezi Diyarbakır olan sancağın 24 ilinden biri haline
dönüşmüş Mardin ve yöresi.
Mardin’e
gitmeden okuduğum Ahmet Ümit’in Kavim adlı romanı bu bölgeden İstanbul’a uzanan
bir cinayeti resmediyordu. Süryanilerle ilgili bir şeyler okurken bir de Ahmet
Ümit sözünü söyleyince Mor Gabriel
Manastırını görmek benim için ilginç ve muammalı bir hal almıştı. Süryaniler
azizlerine Mor diyorlar bunun renk olan morla bir ilgisi olmadığını öğrendik.
Arap kökenli olanlar ise hançerelerinden çıkardıkları sesle Maer gibi bir şey
söylüyorlar ama bizim gibi şehirliler için tekrarlamak olanaklı değil. Mor
Gabriel, Mor Yakup, Mor Abrohom gibi manastırlar bölgeye yayılmış durumda. Mor
Gabriel bir aziz ama Müslümanların Hızır peygamberine benzeyen herkesin
yardımına koşan bir aziz ve yardımseverliği kadar da mütevazi. Zaten Deyrulumurun ve Deyrulzafaran Manastırları ile bölgedeki diğer tapınaklarda ilginç
bir sadelik ve mütevazilik insanın aklına işleniyor. Manastırdaki Metropolite
bu sadeliğin nedenini sordum. İlk Hristiyanlar olmaları nedeniyle mi yoksa
bölgenin genel havasından ve mütevaziliğinden ayrı düşmemek için mi böyle sade
manastırlarınız diye. Aldığım yanıt açıktı. “Her ikisi de doğru hem inancımız
ve hem de bölgenin sadeliği bizi böyle yapan” dedi. Mardin ve yöresi, tam bir kavimler kapısı, bir
yandan da inançların beşiği, buralara ilk gelenler Şemsiler(güneşe tapanlar) sonra
Yahudiler, Ermeni, Süryani ve Keldani Hristiyanlar yerleşmiş, sonra
Müslümanlar. Deyrulzafaran Kadim Süryani Manastırı’nın –diğer bir ifade ile Mor
Gabriel Kilisesi’nin- bir Şemsi tapınağı üzerine bina edildiğini öğrendik. Bölgede Türkçe,
Kürtçe, Arapça ve Süryanice
olmak üzere 4 dil konuşuluyor. Dar abbaralardan (üzerinde evlerin olduğu
tüneller, Mardin’de sokakları birbirine bağlıyor) geçilen sokaklarda daracık dükkanlarında
herkes size hoş geldin diyor, kahveye çaylar dört dilden söyleniyor. Masadan masaya
laflar Arapça başlayıp, Kürtçe bitiyor. Arastalarında Mardin işi tepsilere
Şahmaran desenler işlenirken, kilisenin çanı, camiden yükselen ezan ile
kardeşçe avazesini aleme salıyor, alçak perdeden bir hışırtı gibi güvercinler
kanat çırparken, taş işleyen çekiçlerin aşk dolu nağmeleri aklınızı uyuşturup
yüreğinizin o güne dek hiç açılmamış kapılarında size selam duruyor. Doğudan yükselen ışık Diyarbakır ufukları
üzerinde batmaya yüz tuttuğunda buraların başka bir alemin parçası olduğunu
duyumsuyorsunuz.
Tüm
büyüyü sarsan belki de Onat Kutlar’ın dediği gibi bu Mardin’in hoyratlığıdır,
keder kartallarının gölgesi altında, tütün saran elleri kınalı, günahsız
ölümlerin boy attığı Mezopotamya. Oysa gündüzün bütün yoksulluğu ve yoksunluğu
ile önünüzde serilen Şırnak asfaltı gerçekleri hatırlatır sizlere. Özel Timin
kaba, nobran ve merhamet bilmez uzun namluluları, gerçeğin siyahına dönüşürken,
Midyat’ta yoksul çocukların düşsüz gözleri ve umutsuz iki yana sarkmış elleri
karşılar sizi. Midyat adının aynadan geldiği rivayet olunur tıpkı buralarda
yaşayanların Türkçe, Kürtçe, Süryanice ve Arapça karışımı bir dil olan
Mahalmice’yi konuşurken kendini gördüğü gibi. Buralarda Türk, Kürt, Arap, Süryani
aynı yoksulluğa aynı ritüelle evlenir, aynı aynada kendine bakar gibi. Midyat
size gümüşün oyununu sunar bir sır verircesine, dükkanların vitrinlerindeki
ışıltı ne denli çoksa sokaktaki çocukların gözlerindeki ve yüreklerindeki
yoksulluk da o kadar çoktur Midyat’ta. Güneş
yorulmuş gibi kaçar sokakların yaşlı taş yüzlerinden, binlerce yıllık sözcükler
dağılırken sokak aralarına, kapanan kepenkler kederli oyununa başlatır
Mezopotamya’nın kendine ait sandığı yıldızlarıyla, isli kandillerin
soluklaştırdığı Midyat yoksulluğunu. Olanca ağırlığı ile bürünür siyaha gece,
ne bir ses, ne bir koku, ne bir güzellik kalır kendini ayıran geceden, korkunun
imparatorluğu sessizce yağar çarpan tüm kalplerin üzerinde.
Yolumuz
Nusaybin’edir, ışık dolunca yeryüzünün tüm noktalarına, Dara’daki su
sarnıçlarının susuzluğu koşut gider mayın tarlalarının insansızlığına. Nusaybin’de
çocuk olmak zordur. İki kez sektirdiğin topa sertçe vurduğunda top düşlerin
gibi ya mayın tarlasına düşer ya da bölünmüş kaderi gibi Nusaybin’in karşı
tarafa geçer. Bu nedenle Ahmet TELLİ,
“Orda ölmek çocukların asıl işi
Ağlamaksa kadınların nasibi
Bu yüzden küskündür onlar
Osmanlı mülküne ezelden beri
Bu yüzden Ezidi Asuriye benzer
Süryani Ermeniye ya da hepimize
Ve yanlış okundukça Dicle ile Fırat
Efsane alacak tarihin yerini” der.
Düşleri
mayın tarlalarında yok olan çocukların ülkesidir buralar. Değil başka
dünyalara, uzayın uzak köşelerine gitme düşleri kurmak, bahçe duvarının
arkasına gitmek bile ölümün öbür adıdır Nusaybin’de. Kürtler Mêrdin der
Mardin’e “delikanlılar şehri” manasında, eğer öyle ise Nusaybin “düşleri
tükenmiş çocukların şehridir.” Kim koymuş bu sınırları onların yüreğine hem de
ipek yolunun üzerinde bilinir, Timur yaktığı için bir daha kendine gelemeyen
Nusaybin’in kadersizliği bağlar Suriye köylerindeki akrabalıkları. Hiç düşünmüş
müdür? Bağdat’tan, Musul’dan gelen kervancılar develerin gölgesinde güneşten
saklanırken bastıkları toprakları bir gün insanlığın en büyük ayıbı olan
sınırlar ayıracak. Binlerce yılın durağını, yüzyılların müebbetine bağlayan
masa başı haritalarını çizenler, ekmek parasının bastığı mayınlarda yok olan
yürekleri kabuslarına kısa film yapmışlar mıdır? Yakınları uzak yapmanın
cezasını, yok olan çocuk düşlerinde
tek ayak üzerinde beklemek olarak ödemişler midir? Masallara, hikayelere,
düğünlere, manilere, ağıtlara, türkülere yansıyan, düşlere, umutlara, geleceğe
bakan gözlere yansımamış mıdır? Akrabasını, komşusunu dikenli tellerin ve
mayınların arkasında bırakanlar, yılda sadece birkaç kez el sallamasına izin
verilen ortak çarpan yürekler, düşmanlıkları
bir buğday tarlasını okşayan rüzgarlar gibi dağıtmaz mı? Dedik ya kadersizdir Nusaybin, yenik, umutsuz,
gözle görmenin yetmediği, yaşamla ölüm arasında tetikte ve tedirgin.
Küçük
üçgenden dikkat mayın tabelalarını sırtımıza yükleyip bir başka trajediyi
sergilemeye giden gezici kumpanyalar gibi güneşin kızıldan gümüşe döndüğü yöne
doğru ipek yolunu izleyince, ne olduğunu anlamadan önümüze çıkan Hasankeyf,
nefes alıp verdiğimizi anlamak için lirik bir şiiri okur gibi gözlerimize hücum
eder. Gördüğümüz düş değildir. Dicle’nin suyunu kim sınırlamış bu güne dek
sakin sakin aktığına bakarak ve hangi vicdansız vermiş buraların idam
fermanını. Yüzlerce yıla direnen minareleri politikanın kararları yıkabilir mi?
Taştan oyuklarında çarpan yürekler, toprağın kaderinde kararttığı tenler değil
mi dünyayı yaşanası kılan? Cilveyle yürüyen bedenlerinin esirgendiği insanlığa,
simsiyah bir kederle örülü gözlerle bakan ve sonlarının Hasankeyf gibi
olacağına artık inandırılmış kadınlar, umudu nasıl doğuracak bu topraklarda?
Ceylan derisi koltuklarında katline ferman verdikleri dağlar, kararı temyiz
edip hesap sormayacak mı? Ülkemin yoksul, yoksun, hilesiz seven, aşkları yarım
kalmış, sevdaları yaralı, bir akrep gibi kendini ve tarihin izlerini yok sayan tüm insanları, seslerinizin
akustiği gökyüzünde çınlamayacak mı? Diller birbirini anlarken, dinlerin
kendilerine komşu olduğu bu topraklar sahipsiz midir? Taşlar elleri anlatmaz
mı? Her taşın her sokağın bir efsanesi yok mu? Bilin ki gülmüyor artık
Hasankeyf’in mahcup kadınları, kentime dönecek ve “Tanrı’nın soluğunun
değmediği yerlere gittim” demeyeceğim.
“Alacanım,
Yakılmış
bir köyün adıydı adın
Görmedi
kimse
İçinde
ben de yandım
O
gün bugün kalbimin doğusunda tüten duman
Nerede
olursan ol göğündeyim kanlı tarih her zaman
Mardin’im
Midyat’ım
Ah
benim altından avaze sesim
Kardeşlerimdi
ölen de öldüren de
Aranızdaki
duvarda
Gömülü
kaldım” diyeceğim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder