10 Ağustos 2006 Perşembe

DÜŞKIRAN


22-29 Haziran 2006 tarihleri arasında Nilüfer Belediyesi yurtdışına teknik bir inceleme gezisi düzenledi. Gezide Amsterdam – Brüksel – Paris – Barcelona – Lyon - Cenevre – Zürich kentlerini gezme ve inceleme olanağı buldum. Her kentte yaklaşık 2 gün kalınarak ve neredeyse tümü otobüsle gerçekleşen bu gezide edindiğim izlenimleri sizlerle paylaşmayı amaçlayarak, giderken yeni dergide yazı için yer ayırmalarını arkadaşlarımdan istemiştim. Yurtdışından döneli epeyce bir zaman geçti. Tembelliğimden mi bilinmez ama fırsatım olmasına karşın yazıyı yazmak bir türlü olanaklı olmadı.  Önceki gece uzun uzun düşündüm neden yazıya elim gitmiyor diye...

Sanırım yurtdışında gördüğüm kentlerin bende yarattığı hayal kırıklığı yazıyı geciktirdi. Daha önce Sofya’ya gittiğimde de benzeri bir ruh haline kapıldığımı net olarak hatırlıyorum. Düşlerimi kıran neydi peki? Kesin olarak anladığım bir şey var. Ben batılı değilim. Yani klasik anlamda batılı gibi düşünen yaşayan ve yaşamı kavrayan biri gibi görünsem bile ruhumun -ki en önemlisi ruhtur, akıl bunu algılayamaz- doğuda olduğunu tekrar gördüm. Neden bu olmalı.

Amsterdam çok güzel bir kent, Hollandalılar yoktan bir ülke ve kentler imal etmişler. Okyanusu doldurmuşlar, kanalların üzerinde yüzen bir kent meydana getirmişler. Ulaşım, eğitim, konut vb. sorunların tümü çözülmüş, orada yaptığımız küçük görüşmelerde Euro’ya geçişte orta sınıfın ve yoksulların daha da yoksullaştığını bize ifade ettiler. Daha doğrusu tüm Avrupa Euro’ya geçişte orta sınıflarını ve yoksullarını daha da yoksul bir hale getirmiş, İspanya ve Fransa’da da durum böyleymiş. Amsterdam 750 bin nüfuslu bir kent ama 600 bin bisiklet var. Araç trafiği sadece ve sadece bisikletler için geçerli diğer araçlar hemen yok gibi. Sağlam bir tramvay sistemi ve onunla bütünleşik banliyö ve otobüs sistemi ulaşımı çok kolaylaştırmış. Kanallarda akan teknelerde cabası. Dışarıdan içine doğru insanı çeken bir kent değil tam tersine bende iyi bir mimarın elinden çıkma maket bir kent izlenimi uyandırdı. Amsterdam’da Van Gogh Müzesi, muhteşemdi. Bir ünlü-ressam- bu kadar iyi kullanılır ve kapitalize edilebilir. Her şeyi paraya tahvil eden anlayış Van Gogh’u da vurmuş burada. Amsterdam’daki en ilginç yer ise Elmas Madeni İşçileri Sendikası oldu benim için. 17.yüzyılın sonlarından kalma bir şato çok hoş ve güzel bir müzeye dönüştürülmüş, Hollanda emek tarihinin bir bölümünü müzede izlemek ve neden Nilüfer’de Anadolu Emek Tarihi Müzesi yok diye hayıflanmaktan kendimi alamadım. İlginç bir notu bina inşa edenlerle ilgili olarak öğrendik. Bir bina yapan o binanın maddi değerinin %1’i oranında bir kültürel ya da sanatsal eser yaptırmakla sorumlu imiş, doğal olarak buna park ve bahçe yapmak dahil değil onu zaten ayrıca ve arsa ve bölgeye uygun olarak yapmak zorunda. Diğer ilginç bir not ise Tramvay sistemine ait bütün kenti kanallarla kaplayan Hollandalılar, kurdukları tramvay sisteminde dakika cinsinden rötarları bile izleme olanağına sahipler, durakta tramvay beklerken yönlendirme levhasında beliren 3 dakikalık gecikmeyi görünce önce şaka olduğunu düşündük. Ancak gecikmeyi, gelen tramvay doğrulayarak bizi mahcup etti.

Paris ile ilgili bir şey yazmayacağım. Çünkü bu Paris’e haksızlık olurdu.Paris bir dünya kenti ve ancak İstanbul ile karşılaştırıldığında bir anlam ifade edebilir ama İstanbul’un yanına bile yaklaşamaz. Yinede Fransızların 15. yüzyıldan günümüze dek Kara Afrika’nın ve Asya’nın tüm zenginliklerini nasıl sömürdüğünü yakından izleme fırsatı elde etmiş oldum. Dünyanın en iyi hırsızlarının onlar olduğunu düşünüyorum. Tüm dünya uygarlıklarını olması gereken yerden söküp Louvre adını verdikleri bir sarayda sergileyip, merd-i Kıpti şecaat arz ederken sirkatini söylermiş hesabı kişi başı 8 Euro’ya burayı cümle aleme gösterip bir de üstüne para kazandıklarını söylemek lazım. Paris ayrı bir değerlendirme ve yazı konusu olsun.

Beni gerçekten hayal kırıklığına uğratan kent ise Barcelona oldu. Akdeniz iklimi hepimizi aynılaştırmış. Ha La Rambla caddesi ha İstiklal Caddesi, Tembellik, pislik, zeytinyağı, limon, balık ve deniz ürünleri ile insani iklim aynı. İşyerleri saat:14.00’de kapanıyor, Katalonya’nın başkentinde çalışma sona eriyor. Tabi tüm bunlara nefis paella, bira ve deniz ürünleri ızgarayı eklemiyorum. Hem eklesem de bir şey değişmeyecek. Avrupa İnceleme Gezisi benim için Antonio Gaudi’nin eserlerini gördüğümde sona erdi. Daha ötesini hayal edemiyorum. Gaudi ve eserleri için tek bir şey söylemem olanaklı “olağanüstü”, Salvador Dali’nin gerçeküstü tablolarının çok daha sağlam bir alt yapı ile mimarlığa uygulanması diye betimlemeye çalışsam yinede Gaudi’ye haksızlık etmiş olurum.

Cenevre(doğrusu Geneve,bildiğiniz gibi biz dünya kentlerinin bir çoğunu kendi dilimize uydurup söyleriz. Pekin/Bejing,Viyana/Wien,Kabil/Kabul gibi) oldukça modern ve sakin bir kent 180 bin nüfusun yaşadığı kentte, tüm sorunlar çözülmüş. Leman Gölü ve onun bağlantısı olan Rhöne nehrinin kenarına bir gelin gibi uzanmış bu dünyanın en zengin kentlerinden biri. Ama sokaklarda G8 zirvesini protesto eden sloganlarda çöp bidonlarını inadına süslemekte. 12000 adet gülün bulunduğu büyük parkı, her yere astıkları İsviçre bayrakları, her çeşit saatin ve meşhur İsviçre askeri çakılarının yer aldığı lüks mağazaları bana yaşadığım kenti Bursa’yı özletti nedense. Belki de kapalı çarşının beni içine alıp yutuveren insan seli ile çeşitliliği ve kuralsızlığı idi özlemlerimi depreştiren...

Gezimiz Zürich’te sona erdi. Zürich havaalanından uçağa binerken biletlerimizi kontrol ettirip, pasaport işlemleri için kuyruğa girdik. Pasaport kontrol gişesinin önünde üzerinde stop yazan sarı bir çizgi vardı. Arkadaşlara dönerek bu geziden ne çıkardık diye sordum. Herkes bir şeyler söyledi. Ben onlara dönerek belki de geziden yıllarca sonra bile aklımda kalacağını düşündüğüm şeyi ilettim :

Bu Avrupa gezisinde kapitalizmin bize nerede durmamız, nereden ve ne zaman geçmemiz gerektiğine dair yaşamın her alanına ne denli müdahale ettiğini gösterdiğini gördük dedim. Doğulu olmak güneşin doğduğun yerden gelmek, düşlerin kuralların önünde olduğu topraklarda yaşamak ve dönüşte her şeyden ve herkesten önce işkembe çorbası ve bir bardak demli çayı, toprağı sevdiğin kadar özlemek bu gezinin özeti olsun.