5 Ocak 2005 Çarşamba

“De te fabula narratur”


21. YÜZYIL KAPİTALİZMİ,

DEĞİŞEN KOŞULLARDA YENİ YAYILMA ALANLARI  AÇISINDAN

YEREL YÖNETİMLER ve KAPİTALİZMİN  GELECEĞİ


Marks'ın, Komünist Manifesto'daki kapitalizme ilişkin övgüsü(!) gün geçtikçe doğrulanıyor. İki yüz yıllık tarihi boyunca kapitalizm, şimdiye değin hiç bir üretim biçiminin gösteremediği tarzda bir  gelişim ve etkileşim ortaya koymuş, ortaya çıkan olağanüstü durumlara bile kısa sürede uyum sağlamış, krizleri kendi lehinde çözme gücünü göstermiştir. Bu iki yüzyılın tarihi aslında krizlerin tarihidir. Krizler belirli momentlerde, tarihsel gelişmesi içerisinde kapitalizmi farklı evrelerden geçirmiştir. Farklı evre yada dönemler, kapitalizmin tarihi boyunca genişleyen üretim matrisini başkalaştırmış, farklı her dönem beraberinde toplumun örgütlenmesine yönelik farklı gelişmeleri ortaya çıkarmıştır.  Bildirinin amacı kapitalizmin dönemsel özelliklerinin bir panoramasını çizmekten çok, globalleşme, küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni biçiminde özetlenen günümüz gelişmelerine vurgu yapmaktır. Dolayısıyla kapitalist gelişmenin tarihsel süreci, bir arka plan çerçevesinde aktarılmaya çalışılacaktır. Öte yandan bu tarihsel arka plan, bu gün gündemimizi tamamıyla işgal eden, adına ister globalleşme, ister küreselleşme, istersek başka bir ad verelim, sermayenin uluslar ötesi hale gelişine tanıklık eden süreci algılamamızı ve anlamlandırmamızı kolaylaştırıcı bir işlevi bize sunacaktır. Ayrıca 1975 sonrası  dönemde Fransız ihtilali  ya da Ekim Devrimi  kadar, önemli olduğu ileri sürebilecek bir değişimin ipuçlarını da  ortaya çıkarmaktadır.
Bildiri kısa bir tarihsel özetten sonra bu yeni  dönemin en  önemli özelliği olarak   “Sürdürülebilir kalkınma”  olarak  tanımlanan  emperyal paradigmayı ele almakta ve bu popüler yaklaşım ile MAİ (Çok taraflı Yatırım Anlaşması) arasında bir bağ kurarak gelecek  yüzyılın kapitalist Anayasanın bu temel üzerinde özel olarak  ulus  devletleri aşarak, yerel yönetimler üzerinden gerçekleşeceğini ileri sürmektedir.
Bu savı, 1992 Uruguay Roundu ile örgütlenen ve son 10 yılın en yaygın hukuksal zeminleri olarak yerel yönetimler ölçeğine taşınmak istenen yerel gündem 21 çalışmaları ile yerel yönetim  anlayışlarının ne yönde değişebileceğinin ipuçlarını içeren uluslararası yerel yönetim  birliklerinin toplantılarına  dayanarak doğrulamaya çalışmaktadır. Öte yandan bu gelişme yani 21.yüzyılın kapitalizmi hem sermayenin  uluslararasılaşma sürecinin farklı aşamalarının  temel özelliklerini ortaya koymakta ve hem de yerel ölçekte  artık, uluslararası sermayenin iştahını  kabartacak nitelikteki projelere doğru ortaya çıkan oluşla, üçüncü dünyanın, kaynaklarının  ne derece yağma altında olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Bildiri son bölümde Marksın bile öngörüsünü  aşan bir noktadan kendini yeniden üretme  *gücünü, kendi  küllerinden yaratan sermayenin  21. Yüzyılda nasıl bir karşı  ideolojik hegemonya ile yerle bir edilebileceğinin de ipuçlarını  araştırmayı ve başka bir dünyanın, başka bir Türkiye’nin  mümkün olduğunu gösteren alanların neler olabileceği konusunda fikri bir jimnastik yapmaya çalışmaktadır.

1. KIasik Emperyalizm Dönemi (1875-1918 )

Kabaca kapitalist gelişmenin tarihsel evrelerini dört döneme ayırmak olanaklıdır. Birinci dönemi        19. yüzyılın son çeyreğinden, Birinci Dünya Savaşı'na kadar devam eden tarihleri  sınırlamak gereklidir. Buna klasik emperyalizm dönemi denilmektedir. Bu dönem gelişmiş kapitalist  ülkelerin, sömürge imparatorlukları kurdukları dönemdir. Sömürge imparatorluklarının oluşumu  19.yüzyılın başları ile son çeyreği arasında palazlanan banka sermayesinin, üretim kaynaklı  sermaye ile oligarşik  bir öz oluşturduğu, kapitalist gelişmenin ulusal sınırların dışında, dünyanın  çeşitli hücrelerine sermaye birikimini yaymaya başladıkları, yine klasik bir ifade ile finans kapitalin ortaya çıktığı dönemdir. Dünya o günden bakıldığında, sömürgeleştiği, sömürge haline getirilemeyen bölgelerin, yarı-sömürge konumuna ulaştığı, emperyalist sermayeler arasında rekabetin yoğunlaştığı bir döneme tanıklık etmek durumunda kalıyor. Emperyalist sermayeler arasındaki rekabet, Birinci Dünya Savaşı'nı patlatmıştır. Gerçekte bu birinci dönemi 1918'e yani savaş sonuna dek uzatmak olanaklıdır. Klasik emperyalizm dönemi olarak tanımlanan bu dönemin en  önemli sonucu bize göre  uluslar arası  büyük sermayelerin şirketleşerek, tekeller  haline dönüşerek, sermaye birikimi sürecini tüm dünya sathına yaymış olmalarıdır. Bu durum ve özellik bu gün hala değişmiş değildir.

2. Faşizm ve Sosyalizmin Etkisi Dönemi (1918-1945)

İkinci dönem için ise Birinci Dünya Savaşı sonu ile İkinci Dünya savaşı sonu arasında kalan  bölümdür. Bu yaklaşık otuz beş yıllık süreç, dünyaya, dünya halklarına iki noktada çok öğretici  olmuştur. Bunlardan ilki ekonomik kriz sonucu ortaya çıkan yoğun işsizlik ve buna bağlı yoksulluk  ise bir diğeri de faşizmdir. 1929 Büyük Bunalımı, Amerika dahil dünyanın tüm hücrelerinde hissedilmiş, %30-40'lara varan işsizlik, yoksullukla birleşerek, insanların intihar etmelerine, sokakta kalmalarına yol açmıştır. Kapitalist dünyada bu süreç yaşanırken, 1917' de Rusya' da  gerçekleşen Ekim Devrimi, kapitalist yönetici sınıflar açısından tam bir şok yaratmıştır. Sosyalizm, yıllık  ortalama % 12'lik büyüme gerçekleştirirken, işsizliği ortadan kaldırmıştır . İnsanoğlun temel gereksinimleri olan  eğitim, sağlık, emeklilik, konut, iş vb. alanlarda kısa sürede elde edilen gelişmeler, kıta Avrupası’nın ve bu noktadaki işçi mücadelelerini etkilemiştir. İki uygulama  arasındaki  devasa farklar, özellikle kıta Avrupa’sında, işçi hareketlerini yükseltmiş, bir yandan  uğranılan şok, diğer yandan ekonomik kriz ve gitgide gelişen işçi hareketi faşizmi doğurmuştur.

Kapitalizmin bu ikinci dönemindeki yoğun çelişik süreç, faşizmle sonuçlanıyor olsa da, öncelikle Kıta Avrupa'sı özelinde çok önemli bir gelişmeye de tanıklık ediyor. Bir ölçüde ikinci dönemin, İkinci Dünya Savaşı'ndan çıkıştan, 1975'lere kadar geçen dönem olan üçüncü döneme ilişkin en önemli mirası,:sosyal devlet yada diğer bir ifade ile refah devleti olgusudur. Hepimiz biliyoruz ki,  bu dönem aynı zamanda yoğun bir kutuplaşmanın, bloklaşmanın ortaya çıkışı nedeniyle sıkça  soğuk savaş dönemi olarak da adlandırılıyor.

3.Soğuk Savaş ve Refah Devleti Dönemi ( 1945 - 1975)
 
1945 -1975 arasında geçen 30 yıllık dönem ise ortaya çıkan refah devleti olgusunun arka planında ekonomik açıdan büyüme ve canlılık süreci ile politik istikrar yer alıyor. Bu noktada soğuk savaş dönemindeki karşılıklı mevzilenme ve taktik süreç beraberinde bir siyasal istikrar yaratmıştır. Bu dönemin ekonomik bir canlılık ve politik istikrara dayalı olarak refah devletini yarattığını görmek için dönemin temel özelliklerini değerlendirmekte yarar vardır. Kapitalizmin geçmiş dönemlerinde rastlanmadığı ölçüde, bu dönemde devlet müdahalesi vardır. Genelde tüm ülkelerde ithal ikamesine dayalı bir sanayileşme süreci yaşanmıştır. Bu daha çok az gelişmiş yada gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan bir özellik iken, gelişmiş ülkelerde toplam talebin devlet  harcamalarının  denetimi yoluyla kontrolünü öngören Keynesyen  bir süreç egemen olmuştur. Bu dönemin en önemli özelliği aktif bir devlet yapısı ve  devlet müdahalesi olarak karşımıza çıkıyor. Savaş sonrası kutuplaşan dünyadaki bu süreç,  geleneksel güvenlik ve hazırlıklı olma politikası çerçevesinde tarafların birbirlerini gözlemeleri ve savaş  olasılıkları nedeniyle üretim alanında da sürekli genişleyen bir devlet örgütlülüğünü ortaya çıkarıyor. Bu üç temel olgunun belki de olağan ve kendiliğinden sayılabilecek sonucu ise refah devleti olmuştur. İnsanoğlunun temel gereksinimleri; eğitim, sağlık, konut, emeklilik ve güvenlik olarak  basitçe sıralanabilir. Bunlar aynı zamanda  toplumsal gereksinimlerdir. Refah devleti kavramı, bu temel toplumsal, gereksinimleri sağlamak durumunda hatta zorunda kalması bizce motor refleks olarak tanımlamalıdır ve bu durum soğuk savaşın doğrudan sonucu olarak gelişmiştir. 1970'lerde önceleri petrol krizi olarak adlandırılan, ancak giderek genişleyerek genelleşen bir kriz dönemine giriliyor. Orta ve uzun vadeli analizlerde, ortalama kar oranları  düşüyor. Kapitalizmin anarşist ve çelişik özü, yani sermayenin sürekli genişleyip,büyüyerek kar etmesi ve karını yeniden sermayeye katarak kendini yeniden üretmesi zorunluluğu, refah devleti  olgusunun sonunun başlangıcı oluyor.

4. Yeni Dünya Düzeni,Küreselleşme,Globalleşme ve Sürdürülebilir Kalkınma (1975-2005)

Tabi burada unutmamak gereken bir kaç olgu; vardır ki, günümüzde yaşanan ve son dönem olarak adlandırabileceğimiz dönemin tetikleyici gücü oluyor. Bunlardan ilki 1945-1975 döneminde ortaya çıkan ve çok önemli atılımlar yapan teknolojik gelişmedir. Bu dönemde, insanoğlunun geleceğini etkileyen çok önemli teknolojik gelişmelere tanık olduk. Bu teknolojik atılım, salt laboratuar düzeyinde ortaya çıkmış bir gelişme olarak kalmamış, tüketime sunulan, insanoğlunun gereksinimlerini karşılama yeterliliğine sahip olan tarzda olmuştur. İletişimden,ulaşıma, bilgisayar teknolojisinden, otomotiv teknolojisine, uzay çalışmalarından, tıbbi teknolojiye dek bir çok gelişmeyi biliyoruz. İkinci önemli olgu ise Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) söz konusu dönemde olağanüstü bir gelişme göstermiş olmalarıdır. O kadar ki ÇUŞ'ler dünya üzerinde onu kaplayan bir örümcek ağı oluşturuyor ve dünya üretimini daha organize hale getiriyor. Bu aynı zamanda üretimin daha fazla miktarda uluslararasılaşması anlamına geliyor. ÇUŞ'ler daha çok sayıda ülkede yatırım yapıyor, dünya ölçeğinde dolaşan üretim sermayesi miktarı artıyor. Diğer önemli bir olgu ise dünya çapında bütünleşen moda deyimle söylersek globalleşen, küreselleşen bir finansal patlama yaşanıyor. Uluslararası para, finansman argümanı transferi, bilgisayar ve iletişim teknolojisindeki gelişimin doğrudan bir sonucu olarak büyüyor ve hızlanıyor. Sermaye artık deyim yerindeyse dünyaya sığamaz hale geliyor. Dünya ölçeğinde yer alan tüm koşulları aynılaştırmak, tüm işleyişleri dünya ölçeğinde çözmek noktasına ulaşıyor. Artık sermayeye uluslararası olmak yetmiyor, uluslar üstü yada uluslar ötesi olma zorunluluğu ortaya çıkıyor. Bu durum aynı zamanda ulus-devletlerin, dünya ölçeğinde politika üretebilir,ekonomik ve toplumsal gelişmeye yön verebilir güçlerinin kalmamaları sonucunu doğurmuştur. Uluslararası sermaye, yani Yeni Dünya Düzeni ulus devlete nasıl bir rol biçiyor ise bu rolü oynamak zorunluluğunda kalmaktadır.

Adına ister globalleşme, istersek küreselleşme diyelim, bu sürecin altı temel unsurundan söz etmek zorunludur. Bunlardan ilki, malların  uluslararasılaşmasının dışında, hizmet akışları, mali ve üretken sermayedeki uluslararasılaşmanın artışıdır. İkinci olarak ise, sermayenin uluslararasılaşması yönündeki eğilimlere karşı duran, ulusal devlet sınırlamalarının liberalizasyonu sonucu azaltılması  olarak tanımlanabilir. Doğal olarak bu noktada özelleştirme olgusuna özel bir  vurgu yapmak gereklidir.  Bu süreçte yaşanan liberalizasyon iki türde özelleştirmeyi önümüze  sunmaktadır. Bir yönüyle kamu sektörü tarafından  üretimi yapılan mal ve hizmetleri üreten  kuruluşların özelleştirilmesini gündemde tutmakta, diğer yönüyle  ise soğuk savaş döneminin  oluşturduğu refah devletinin  görevleri olarak  tanımlanabilecek, eğitim, sağlık, emeklilik vb.  konularda özelleştirme projeleri üretilmekte ve yaşama geçirilmektedir. İlk bakışta bazı alanlarda  verimli çalışmayan kamu kaynaklarına egemen  işletmelerin;  özelleştirilerek, “verimli hale getirilmesi” sıradan insanların  gözünde anlamlı olabilir. Ancak bu noktada Naom Chamsky’nin dilimize ve bilime armağan ettiği “rıza üretmek”  yada “onay üretmek” olarak tanımlanarak durumu ödünç almakta yarar var. Özellikle   1990’lı yıllarla  birlikte, bu özelleştirme dalgası, salt ekonomik bir hegemonya olmaktan çıkmış, siyasal ve ideolojik boyutları da içeren bir yapıya  ulaşmıştır. Kuzeyli efendiler, hem merkezde, hem de çevrede  yer alan ülkelerinde ve iletişim devriminin  tüm kanallarını kullanarak  özelleştirme adı verilen bu süreç konusunda dünya halklarına rıza ürettirmeyi başarabilmişlerdir. Yeni dünya  düzeni adı verilen bu dönemin en vahim sonuçlarından birisi de budur.

Farklı ülkelere ait sermaye gruplarının iç içe geçerek, ulusal niteliklerini yitirmeleri, sermayenin bir tür uluslar aşırı hale gelmesi, bunların faaliyetlerinin uluslar ötesi noktaya geçmesi sürecinin yoğunlaşmasını üçüncü temel özellik olarak adlandırmak olanaklıdır. Dördüncü olarak sermayenin uluslararası çapta yoğunlaşması ve merkezileşmesi derecesinin artışıdır. Beşinci olarak ise üretim sürecinin farklılaşarak esneklik kazanmasıdır. Bu bir yandan toplam kalite yönetimi,yeni yönetim ve üretim teknikleri olarak karşımıza çıkarken diğer yandan tam zamanında üretim, yığın üretimi,ISO serisi standartlara uygun üretim tarzında gelişmeler ve krizlere çabuk uyum sağlamayı tasarlayan mikro ölçekli gelişmeler olarak söz konusu olmaktadır.

Altıncı ve  en  önemli unsurlardan birisi olarak ortaya çıkarılan, yapılan tüm çalışmalarda sözü edilmeksizin, yapılamayan ve globalleşme, küreselleşme, yeni dünya düzeni sözcükleri ile bütünleşen "sürdürülebilir kalkınma" arayışlarıdır. Son yılların popüler paradigması haline gelen "sürdürülebilir kalkınma" stratejisi, kalkınma-büyüme-çevre üçgeni içinde değerlendiriliyor. Sürdürülebilir kalkınma, genelde günümüz gereksinimlerini, geleceğin gereksinimlerini karşılayabilme olanağından ödün vermeden karşılamak olarak tanımlanıyor. Bu kavram bünyesinde öncelikle cari sürecin artık sürdürülemez, devam edilemez olduğu düşüncesini taşıyor. Yani eğer bu günkü süreç, başka bir şekle bürünmeksizin aynı yolda devam ederse, gelecek kuşakların yaşamını tehdit edecek sonuçlar kaçınılmaz olacaktır. Öte yandan böyle bir talebin kuzeyli efendilerden geliyor olmasının  temelinde, çevrenin tahribine yönelik sürecin, bu ülkelerde daha önce başlamış olması ve bu günkü durumda doğal kaynakların ve çevrenin daha fazla tahrip edilmiş olması gerçeği yatıyor. Sürdürülebilir kalkınma aynı zamanda önsel olarak gelecek kuşakların gereksinimleri ile bu günün gereksinimleri  arasında bir denge kurma zorunluluğunu da ileri sürüyor. Yani geçerli olan büyüme süreci sürdürülemez bir süreçtir, ancak bu günün gereksinimlerini karşılamak, tüm insanların asgari düzeyde refah elde etmesini sağlamak, yoksulluğu ortadan kaldırmak, gelecek kuşakların yaşam ve refahını güvence altına almak ve tüm bunları yaparken de çevre üzerindeki baskıyı ve onun sonuçlarının insan uygarlığını tehdit etmeyecek düzeye çekilmesi.

Kalkınma, şayet genel anlamda halkın refah düzeyinin artışı anlamında kullanılıyorsa, bu sadece (beslenme, barınma, sağlık, eğitim vb.) maddi refah olarak değil, ayın zamanda (insan hakları, siyasal haklar, sosyal ve doğal bir çevrede yaşama hakkı vb.) maddi olmayan refaha ilişkin unsurların artışı olarak da algılanmalıdır. Bu gün insanlığın ve onun üzerinde yaşadığı doğal çevrenin yüz yüze geldiği sorunlar, doğrudan doğruya kapitalist üretim tarzından kaynaklanmaktadır. Amacı kar ve birikim olan, son tahlil de üretim için üretim olan kapitalist sistemde daha fazla biriktirme kaygısı sistemin motoru olduğu sürece "sürdürülebilir kalkınma" sadece edebi bir retorik olarak kalacaktır. Kalkınmanın sürdürülebilir olmasının ön koşulu yaşayan kuşaklar arasındaki refah düzeyi uçurumunu ortadan kaldırmaktır. Unutmamak gerekir ki doğal çevrenin tahribinden yoksulların, zenginlere oranla daha fazla zarar görecekleri gerçektir. Zenginler yoksuIIara göre dünyayı daha çok tahrip etmektedirler. Kuzeyli efendiler kendi kaynaklarım "ulusal" olarak düşünürken, üçüncü dünyanın kaynaklarını "uluslararası" saymakta ve yağmalanmaktadır.  

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı UNDP tarafından 1992 Rio Zirvesinde, sürdürülebilir kalkınma stratejisi ideolojik bir bombardıman ile dünyaya empoze edilmeye çalışılırken, ekonomik çehrede 1970'li yıllarda başlayan gümrük tarifeleri anlaşmaları ile libere edilen dış ticaret korumacılığını engelleme ve dış ticareti yönetme çabaları, 1980'li yıllardaki durgunluk döneminde yükselmiştir. ICLEI, IULA, JULA-EMME, WALD gibi yerel yönetim ve iktidarları örgütleyen uluslararası kuruluşlar bu dönemde gelişerek (çoğunun kuruluşları 1980'li yılların ilk yarısına rastlamaktadır) 1992 Rio Zirvesinde hem kendileri hem de katılan yerel yönetici ve iktidar sahipleri enforme edilmişlerdir. Bu kuruluşlara üye belediyelerin yerel politikaları, tedarik talepleri, kalkınmanın kontrolünü, yatırım programlarını, bu yeni konsept çerçevesinde belirlemeleri telkin edilmiştir. Bu konudaki gelişmenin momentlerine daha sonra döneceğiz.

1980'li yıllarda kontrol edilmeyen korumacılık eğilimleri 1986'da GATT, Uruguay Roundu ticaret liberalizasyonu görüşmelerinin başlaması ile gelişmiştir. Bu görüşmeler bir çok çevre tarafından benimsenmiştir. Çünkü eğer başarılı olunursa, kurallar herkese uygulanacak "ÇOK TARAFLI" ticaretin alanını büyük çapta genişletecek olanakları ortaya çıkaracaktır. Buna karşın 1980’li yıllardaki önemli ticaret pazarlıkları 30'u az gelişmiş ülke olan 108 üyeli GATT dışında bağlandı. Gelişmiş ülkeler, kendi aralarında bu sorunu çözme yoluna gitti. NAFTA, ABD-Kanada,  Avustralya- Yeni Zelanda, Avrupa Topluluğu Tek pazarı çalışmaları bu dönemin ürünüdür. 1986'dan bu güne GATT' üye az gelişmiş ülkeler ticaretle ilgili sınırlamaları tek taraflı olarak ciddi bir biçimde azaltmışlardır. Bunu da serbest piyasa temelli reformlar ve IMF'nin uyum politikaları çerçevesinde kendi halklarına yutturmaya çalışarak yapmışlardır. Bu ülkeler ithalat üzerindeki miktar sınırlarını kaldırdılar, gümrük tarifelerini indirdiler, tarife sistemlerini basitleştirdiler, tarife dışı uygulamaları tümüyle ilga ettiler. Yine de uluslararası sermaye için bu girişimler yeterli olmamıştır.
Ancak bu arada 1990' da GATT Uruguay Roundu kapsamı, tarımsal ürünleri, hizmetleri ve fikri mülkiyet haklarını da içerecek biçimde genişletilmiştir .1993'te ise GATS ve TRIMS ile hizmet yatırımları daha da kolaylaştırılmıştır. Bu tartışmalar bir yandan sürerken diğer taraftan WTO, OECD ve NAFT A çerçevesinde farklı bir çaba sürdürülmektedir. Bu çaba için WTO Başkanı Ruggerio "Biz global ekonominin anayasasını hazırlıyoruz." (Power Dergisi,Mayıs 1998,Sf.63) açıklamasını yapmaktadır.
İşte bu hazırlığın adı MAI yada Türkçesi ile ÇOK TARAFLI YATIRIM ANLAŞMASI' dır.

5. MAl, 21. Yüzyıl Kapitalizminin Anayasası

MAl'nin hazırlığı 1980'li yıllarda başlıyor ve MIGA'nın imzalanması çerçevesinde geliştiriliyor. MIGA süreci, bir ölçüde MAI'nin işleyiş hükümlerini tanımlıyor. Türkiye'de de 6 Aralık 1988 tarih ve 20011 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan MIGA  Sözleşmesi, Turgut Özal imzası ile yürürlüğe giriyor. Başlangıçtaki, gelişme WTO çerçevesinde ortaya çıkıyor, ancak ABD'nin baskısı ile WTO' dan çıkarak OECD bünyesine gönderiliyor. 1995 yılından beri OECD bünyesinde yer alan 29 ülkenin görüştüğü MAI için henüz tam bir  anlaşma sağlanamamış durumda. Buna karşın dünyanın en büyük 500 şirketinin 477'sinin OECD kapsamında yer alıyor olması, bu anlaşmazlığın uzun süreli olmayacağının habercisi kabul edilebilir.
  
Öte yandan MAl'nin asıl amacının gelişmekte olan ülkelerde devletin rolünü sınırlamak olduğu, OECD üyesi ülkelerin çoğunun mevcut politikalarının anlaşma ile çok fazla değişmeyeceği görüşü de genel kabul görüyor.

Peki MAI ne öngörüyor? Her ne kadar bu anlaşma ile ilgili çalışma ve pazarlıklar belirgin bir gizlilik içinde yürütülüyorsa da ulaşılabilen bilgilerle bir değerlendirme yapıldığında.

-Her şeyden önce açıkça dışında bırakılmayan tüm alanları içine alıyor. Bu açıdan WTO ile farklı bir yapı sunuyor.

-Üzerinde anlaşılmış bir amaç olarak "sürdürülebilir kalkınmaya" vurgu yapıyor.

- Yatırımlar geniş bir biçimde tanımlanıyor, fikri mülkiyet hakları ve patent yasalarının da kapsamı içinde yer alacağı belirtiliyor.

-Sözleşmeden kaynaklanacak tüm hak taleplerini ve gerekirse tazminat koşullarını da beraberinde getiriyor.
-Her akit taraf bir başka akit tarafın yatırımcılarına ve onların yatırımlarına, kendi  yatırımcılarına ve onların yatırımlarına gösterdiği davranıştan daha az elverişli olmayan davranış gösterecektir ilkesi ile akit tarafların hiç birine daha elverişli davranışta bulunmamayı öngörüyor.

-Ulusal devleti bir akit taraf kabul ederek, o ülkenin kendi iç hukukunu devre dışında bırakarak akit taraf şirket ile akit taraf ülkeyi aynı statüde bir hukuk sistemi ve uluslararası tahkim ile sınırlıyor.
-Akit taraflara yatırımcılarının ve kilit Yöneticilerinin  olağan göçmenlik koşulları ve emek pazarı yapısına ilişkin gereklerin uygulanamayacağını  öngörerek; bu kişilerin ev sahibi ülkeye koşulsuz girmeleri ve çalışma izni almalarını gerektiriyor.
- MAl, ev sahibi ülke yurttaşlarının söz konusu yatırımların yönetim kurullarına atanmaları koşulu getirilmesini yasaklarken; üst yöneticilerinde ev sahibi ülke yurttaşı olması koşulunun aranmasını engelliyor.
- Anlaşma bir yatırımın kurulması aşamasından, işletilmesi, yatırımın genişletilmesine değin yatırımcıya ihraç zorunluluğu konulmasını, ithalat/ihracat dengesi yaratılması talebini,teknoloji transferi zorunluluğunu, şirket merkezinin ülke içinde bulunması zorunluluğu gibi kısıtlar getirilmesini yasaklıyor.
- Aynı biçimde belli sayıda yerli işçi ve personel çalıştırma,asgari düzeyde iştirak, ülke içinde belli ölçüde yatırım, satış yada istihdam yada AR -GE faaliyetine ulaşma gibi devlet eliyle yapılan düzenlemelerin yaratacağı "olumsuz" koşulları kabul etmiyor.
- Yabancı yatırımcıya, ev sahibi ülkede hizmet satın alma koşulu getirilemeyeceğini öngörüyor.
-Özelleştirme çerçevesinde ve özelleştirilen varlıklarla ilgili alım  satımlarda  "altın hisse" uygulamasının, hisse satışlarının ülke yurttaşlarıyla sınırlandırılmasının, çalışanlara satış yoluyla yapılacak özelleştirmelerin yada ulusal devletin özelleştirilen varlıklar üzerindeki denetimini sürdürmesini istemiyor.
- Ülkede bulunan ve tekel noktasında yer alan uygulamalarda eşit muamele ilkesinin uygulanmasını sağlayıcı önlemler getiriyor. Özellikle iletişim ve ulaşım alanlarındaki hizmetlerin düzenlenmesi açısından bu sektörlerin söz konusu anlaşma hükümlerinden etkilenmesi kaçınılmaz gibi görünüyor.
-MAl, yatırım teşvikleri, sübvansiyonlar, hibeler vb. verilmesinde Ulusal Muamele ve En Çok Kayırılan Ülke ilkelerini öngörüyor.
-AR-GE, eğitim, bölgesel kalkınma vb. destekleme politikalarında yerli yada yabancı sermaye ayrımı gözetilemeyeceğini belirliyor.
-Yabancı yatırımlara "makul olmayan" ve ayrımcı olarak tanımlanabilecek önlemler  alınması yolunda yapılacak önlemleri yasaklıyor ve bu tür yaptırımlara karşı itiraz etme yolunu açıyor.

-Herhangi bir yatırımın hukuka aykırı olarak ve adil bir tazminat ödenmeden kamulaştırılmasını yasaklıyor.

- MAl çerçevesinde ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların çözümlenmesinde ise,
1. Danışmalarda bulunulması, .
2. Tavsiye almak üzere Taraflar Grubuna gidilmesi,
3. Son aşamada bir mahkeme yada tahkime gidilmesi,
biçiminde bir hukuksal süreci öngörüyor. Bu durum MAI’nin temel amaçlarından biri olan, anlaşmanın ihlali halinde yatırımcıların ulusal devletten tazminat almalarını yada ilgili ihlalden vazgeçilmesini sağlayıcı bir mekanizma oluşturuyor. Bu yaptırımların yatırım yapmadan önce bile geçerli olması düşünülüyor. MAl yalnızca ticari olarak değil, ekonominin tüm kesimlerinde geçerli olacaktır.  Bu  anlaşma ile ulusal devletler, hükümetler, maya uymasını sağlamayı da taahhüt ediyorlar.

Özetle, MAI’nin imzalanması halinde bu ÇUŞ’lerin hareket kabiliyetini hızlandıran, sermayenin uluslar arasılaşması süreci olan küreselleşme yada globalleşmenin yeni anayasası olması kesinleşecek, bu durumda belki de 2005 yılında yürürlüğe girmesi planlanan Uruguay Roundu kadük olarak kalabileceği gibi MAI’yi evrenselleştirerek tüm dünyayı (WTO, AB, NAFTA, OECD, Dünya Bankası, IMF vb. organizasyonlar da dahil olmak üzere) kapsayacak bir noktaya ulaşacaktır. İşte bu süreç kapitalizmin yeni bir evreye girişi olarak tanımlanabilir.

Bu noktada ulusal devletler ve hükümetleri  yapılan çeşitli anlaşmaların MAI çerçevesinde daha da genişleyeceği rahatlıkla öngörülebilir bir durum iken, bir adım daha ileri giderek bu anlaşmaların ulusal devletleri aşarak yerel yönetim ve iktidarlarla yapılacak doğrudan anlaşmalar halinde uygulanabileceği ve sürdürülebilir kalkınma stratejisi çerçevesinde empoze edilen paradigma ile genelleştirilmesi mümkün olacaktır ki, sanıyorum genişleyen MAI’nin gerçek yüzü önümüzdeki süreçte bu noktaya ulaşacaktır. Zaten buna ilişkin çeşitli ip uçları da vardır.

6. Olasılıklar ve Sonuçlar

Bu noktaya kadar anlatılanların dışında ele aldığımız sürece başka ve farklı bir boyuttan yaklaşarak, üçüncü milleniumda ve gelecek yüzyılda ortaya çıkması beklenen gelişmeleri değerlendirmeye çalışacağız.  Bu değerlendirmeye yapmaya öncelikle yerel yönetimlerin uluslararası ilişkilerine dair bir durum tespiti yaparak başlamakta yarar vardır.

Ülkemizde yerel yönetimlerin, uluslararası ilişkilerinin geçmişi oldukça yenidir. Söz konusu süreç, önceleri başka ülkelerdeki kentlerle kardeş şehir birlikleri,  kültürel ilişkilerin kurulması ile başlamıştır. Ülkemizde düzenlenen çeşitli festivalIere katılımcı olunması, kültürel işbirliği ve folklorik düzeydeki bu yardımlaşma düzeyi bir süre devam etmiştir. Daha sonra eski olduğu için kendi ülkelerinde kullanmadıkları otobüs-ambulans-kamyon vb. araç ve aletlerin gönderilmesine dönüşmüştür. 1980'li yılların ortalarında, ülkemizdeki "vizyon sahibi”  bazı politikacıların etkisi ve halkımıza dayatılan serbest rekabet ve piyasa sistemi aldatmacaları sonucu artan ilişkiler, iç göçün kentleri metropolitan ölçeklere taşırmasıyla giderek gelişmiş ve karmaşıklaşmıştır. Kentlerin büyümesine bağlı olarak, geçmişte kent ölçeğinde yapılan yatırımların boyutlarının küçük olması bu yatırımların ülke içindeki sermaye grupları tarafından gerçekleştirilmesi süreci büyüklüğü itibariyle uluslararası sermayenin de ilgisini çekebilecek boyuta ulaşmıştır.

 Şöyle bir bakacak olursak, Ankara, İstanbul,İzmir, Bursa, Adana, Konya gibi büyükşehir yani metropolitan ölçeğe ulaşan kentlerde ortaya çıkan alt yapıya yönelik yatırımların hemen tamamı ya yabancı şirketler tarafından gerçekleştirilmiş yada yabancı şirketlerle konsorsiyum oluşturan ortaklıklar tarafından yapılmış ve yapılmaktadır. Hatta bu durum öylesine bir süreci içermektedir ki söz konusu sürecin projelendirilmesi hizmetleri bile yabancı şirketler tarafından yapılmaktadır. Bu yatırımlara ilişkin finansman sorunları da yabancı şirketler tarafından çeşitli uluslararası kuruluşlardan sağlanan teşvik, hibe sübvansiyon ve krediler aracılığı ile gerçekleştirilmektedir. Bu  salt ülkemiz için geçerli olan bir süreç değildir. Özellikle üçüncü  dünya diye tanımlanan  azgelişmiş ülkenin ölçek ekonomisi tutan  tüm  büyük kentlerinde  benzeri bir durum  vardır.  Son dönemde  ABD’nin Irak’a  müdahalesi sonrasında  petrol çıkarması ve  petrol kuyularının  güvenliğini emanet (!) ettiği  BEKLEM şirketi , Arjantin’de içme suyunun özelleştirilmesi sürecini gözetmiştir.

Özel bir kaç örneği Bursa kentinden vermek gerekirse; Bursa Su ve Kanalizasyon İdaresi(BUSKİ) tarafından yapılan su ve atık su ile ilgili yatırımlar için  yaptırılan projenin finansmanı Türkiye'de bir ilk olması bakımından da dikkat çekicidir. Bu proje için Dünya Bankası kredi sağlamıştır. Bu projenin bir benzeri Çeşme İzmir  bölgesinde de tekrarlanmıştır.   Aynı biçimde Bursa Ray adı verilen Bursa Hafif Raylı Sistem Kent İçi ulaşım Projesi kapsamındaki projelendirme işlemleri Optim- Obermayer adlı bir  ortaklık tarafından gerçekleştirilmiş, imalat sürecinin ihalesi de yabancı ortaklığı bulunan başka bir şirkete verilmiştir.

Uluslararası sermayeye dayalı yerel projeler Türkiye ölçeğinde gittikçe yaygınlaşarak gelişmektedir. Yerel nitelikli bu projelerin boyutlarının büyümesi sonucu artan talepler, belediyeleri uluslararası ilişkileri güçlendirmeye, uluslararası kuruluşlara üye olmaya, bu kuruluşların yönetim kurullarında yer almaya da zorlamaktadır. Süreç bir yandan bu yönüyle koşulların zorlaması sonucu gelişirken, diğer taraftan 1992 Rio Zirvesi ve ardından İstanbul'da gerçekleştirilen II Habitat İnsan Yerleşimleri  Konferansı bağlamında yoğunlaşan ideolojik bombardıman, vurguyu "sürdürülebilir kalkınma" ya yaparak çeşitlenmektedir. Bu çeşitlenme ve çevre konusundaki duyarlılığın artışı ile orantılı olarak yerel noktalarda halkın denetimine tabi tutulmaksızın gerçekleştirilmesine karar verilen projeler karşısında oluşan sivil yurttaş girişimleri Bergama, Akkuyu örneklerinde olduğu gibi yapılan hesapları boşa çıkarabilmektedir. Uluslararası sermayenin MAl  çerçevesinde planladığı önemli taktik noktalardan birisi de hükümetlerin bu anlaşma koşulları ile sivil toplum örgütlerine kabul ettirmeyi taahhüt etmesidir.

1992 Rio zirvesi ve Habitat II' de gündeme getirilerek geliştirilmek istenen, ICLEL , IULA  ARAD, OICC, ATO/AUDI gibi uluslararası örgütlerle de çalışmaları planlanan ve koordine edilen adına da   LOCAL AGENDA 21   yada Türkçesiyle YEREL GÜNDEM 21 denilen belediyelere bağlı olarak çalışan oluşumlar yaşama geçilmektedir. Yerel Gündem 21 çalışmaları yerel yönetimlerin  sekreterliğinde yürütülen eylem planlarına yönelik bir çalışma bütünü olarak tüm  kentlerde yer alan aktörlerin tümüne katılımına açık olarak gerçekleştirilmektedir.

  • Mevcut Durumun Tespiti,
  • Sorunların Belirlenmesi,
  • Sorunların İçinden Önceliklerin Belirlenmesi,
  • Çözüm Önerileri Geliştirilmesi,
  • En Uygun çözümün Belirlenmesi,
  • Uygulama Programının Hazırlanması,
  • Uygulamaya Geçiş,
  • İzleme/ Ölçüm,

gibi temel bir prosedürle yürütülen çalışmalar yapılmakta, herhangi bir  konu ile ilgili Sürdürülebilir Kalkınma Programı  oluşturulmaktadır. İlk anda oldukça demokratik ve halkın alınan kararlara katılımını sağlayan bir süreç gibi görülebilen bu çalışmalar bütünü; olayları "küresel" ölçekte ve kapitalizmin orta ve uzun vadeli planlama çalışmaları bağlamında düşünüldüğünde görüntüsü kadar masum olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak yine de kentle ilgili sorunlarla mücadele eden hemşehri sıfatlı insanların ve sivil toplum örgütlerinin bu çalışmalar kapsamından uzak durmasına gereksinim olmadığı gibi tersine bu yöndeki taktik gelişmeleri dikkate almak ve gerekli ilkesel noktaları belirlemeleri kaydıyla bu çalışmalarda yer almaları, gelişmeleri buralardan ilk elden ve öncelikle izlemelerinde ve de karşı çabaların geliştirilmesi noktasında bu platformu kullanmaları gerekmektedir.

Diğer yandan yerel noktadaki yöneticilerin bu kadar kötü niyetli ve uluslararası bir planın parçaları olmayabilecekleri düşünülerek yada karşı savunma olarak belirtilebilir. Sorun bu kadar iyimser olmakla çözülebilecek kadar basit değildir. Tersine yerel yöneticilerden uluslararası ilişkileri bulunanlar, uluslararası kuruluşların yönetim yada yürütme kurullarında yer alanlar bu konuda bilgilendirilmektedirler. Örnek olarak ICLEI yani Uluslararası Yerel Çevre Girişimleri Konseyi bünyesinde yapılan çalışmalar ele alınabilir. 1996-2000 ICLEI Stratejik Planı bu çalışmaların en somut göstergesi olarak önümüzde durmaktadır. Bu planda
“1996-2000 yılları arasında ICLEI Konseyinin belirlediği anahtar bölgelerde, çevre hedeflerini belirlemek ve gerçekleştirmek için ICLEI üyeleri oluşturmayı ve desteklemeyi hedefleyen yeni bir girişim başlatılacaktır. Bu girişim, anahtar icra bölgelerinde, önemli gelişmeleri birlikte tamamlayacak, gezici ICLEI üye topluluklarını arayacaktır. ICLE' nin merkezi veya ana faaliyet alam olarak, yüzlerce topluluğun çabalarıyla Yerel Gündem  21 planlamasına katılımı üzerine inşa edilecektir."

Denilerek, strateji planı bağlamında oluşturulması tasarlanan anahtar icra bölgeleri için yapılacakların çerçevesi çizilmekte ve amaçları belirtilmektedir. Ölçülebilen icra taahhütleri yapmak amacıyla ICLEI üyelerinin gezici ve tanınmış olması için bir sistem oluşturulması,yerel eylemlerin geliştirilmesine katkı sağlayacak öncelikli yayın alanlarının seçimi ve analizinin yapılmasını sağlayan bir rol ortaya konulması, tamamlanan yerel eylem ve taahhütlerin sistematik olarak ölçülmesini, dökümante edilmesini ve değerlendirilmesini öngören bir anahtar strateji öngörülmekte ve hatta aşağıdaki aşamalardan oluşan bir sistematik tavsiye edilmektedir.

  • ICLEI üyeleriyle birlikte yeni bir girişim tasarlayınız.
  • 1996-97 döneminde farklı sistem parçaları geliştirerek, pilot testlere odaklanınız.
  • Program ve yatırımların, kendi çevresel hedeflerine ulaşma oranını saptamak için bir audit metodolojisi yaratınız.
  • Kıyaslamalar yapabilmek için ICLEI üyelerinin kullanabileceği bir raporlama sistemi saptayınız.
  • Evrensel raporlama sistemine ve raporlama alt yapısına bireylerden, yerel yönetimlere kadar herkesi bağlayan bir iletişim sistemi tasarlayarak deneme testini yapınız.
  • Çeşitli modern toplum tekniklerini ve medyayı kullanarak gelişim için bir halkla ilişkiler stratejisi oluşturunuz.
  • 1997 ICLEI Konsey toplantısında dağıtmak üzere iki yıllık girişim raporu hazırlayıp, yayınlayınız.
  • 1998-2000 yılları için uygulanacak planı toplantıya getiriniz.
  • 1998-2000 döneminde girişimde tam katılımcı olmak için ICLEI üyelerinin yetiştirilmesine odaklanmış oluşturulan çalışma yöntemini, raporlama açısından diğer üyelere teklif eden çalışmalar yapınız.  
  • Üye belediyelerin yerel ortaklara taahhütlerini yerine getirmeleri için yardımcı olunuz.
  • Yardımcı olacak uygun ICLEI kampanyaları, proje, hizmet, ürün ve ortak üyeler arasında bağlantı kurucu çalışmalar yaparak, ilerleme kaydeden yerel gruplar için ödül ve teşvikler yaratınız.

Tavsiye edilen sistematik oldukça açık ve nettir. Buradaki amacın masum olduğunu düşünmek bile safdillik olacaktır. Bu tür uluslararası kuruluşların çabaları bununla da kalmamaktadır. Yukarıda yer alan strateji planının sunulduğu toplantıda bir başka teklif de dağıtılmıştır. Söz konusu teklifle söylenenlerle, bu yazı boyunca ileri sürülen düşüncelerin doğruluğunu kanıtlayan daha net bir belgeye ulaşılmasına dahi gerek kalmamaktadır. Bu nedenle belgenin tüm metnini yazının bu bölümüne alıyoruz.

MAI İLE İLGİLİ TEKLİF

Sürdürülebilir kalkınmanın, her bir yerel topluluğa özgü koşullara göre hazırlanan stratejilerin uygulanması ve tasarım gerekli olması,

Dünya genelinde hükümet yetkilerinin,yerel yönetimler düzeyinde desantralizasyonunun, sürekli gelişme yönünde yerel çabaların öneminin artırması ve desteklenmesi,

ICLEI üyesi belediyelerin yerel politikalarım, tedarik gereksinimlerini, gelişmelerinin kontrolünü,yatırım program ve projelerini oluşturmak üzere, yerel güçleri kullanarak sürdürülebilir kalkınmaya yanıt vermesi,
Doğayı korumak ve sürdürülebilir kalkınmayı sağlamak için ICLEI üyesi belediyeler tarafından alınan en etkin çoğu önlemin  (kirlilik kontrol gereksinimleri, enerji ve su verim oram gereksinimleri, özel tedarik uygulamaları, yerel gereksinimler ve zehirli maddeler üzerindeki kontrol gibi) MAl tasarısı koşulları altında konu edilmesini takiben şunlar önerilebilir:

1. Özel Partilerce, belediye ve yasalar karşı yapılabilecek itirazların analizi ve bu tür itirazlar
karşısında kendini savunmak amacıyla, belediyelerin maruz kalacağı başka maliyetlerde dahi 1 olmak üzere ICLEI Yönetim Kurulu, mevcut MAI koşulları altında itiraz edilebilen yerel yönetimin çevresel, sosyal ve ekonomik politika ve uygulamalarının   yasal analizini yapmak üzere her bir ICLEI üyesi belediyeyi teşvik eder. ICLEI üyeleri, ICLEI çalışmalarını
desteklemek ve diğer ICLEI üyeleri ile paylaşmak üzere bu tür analiz sonuçlarının bir kopyasını göndermek üzere teşvik edilirler.
2. ICLEI Yönetim Kurulu, ulusal ve uluslararası kapsamda yerel özerklik için MAl ve potansiyel durum hakkında üyelerine yönelik ayrı ayrı bilgilendirme programları oluşturmak için IULA ile  birlikte, ICLEI üyesi belediye birliklerini teşvik eder. Özellikle ICLEI Yönetim Kurulu, bu konunun Helsinki'de toplanacak IULA- WEXCOM toplantısının gündemine tartışılmak amacıyla alınmasını istemektedir.





Bu teklifin can damarı iki noktası vardır. Birincisi yerel yönetimlerin güçlendirilerek, yerel koşullara uygun stratejilerin saptanması ve yerel politikaların sürekli geliştirilmesi,ikinci olarak ise tüm bunların MAI koşulları çerçevesinde yapılması. İşte bu ana strateji yerel yöneticilerin masum olmadıklarının en temel göstergesi olmaktadır.

Sonuç olarak bu top yekun bir ideolojik ve ekonomik saldırıdır. Bu çalışmaların kuzeyli efendileri, üçüncü dünyaya böyle bir rol biçmekte ve üçüncü dünyanın yerel yönetimleri ve yöneticilerini bu role uygun olarak biçimlendirme çabasındadırlar. Şimdi IMF’nin de dayatması ile meclise getirilerek çıkarılmaya çalışılan Yerel Yönetimler Yasa Tasarısı’nın ne anlama geldiği daha net anlaşılabilmektedir.

1970'li yılların sonlarında ortaya koyulan uluslararası ticaretin liberalizasyonu süreci, aşama aşama GATT ile, NAFTA, WTO ve OECD eliyle geliştirilmiş, sermayenin çıkarları çerçevesinde biçimlendirilmiştir. Burada ortaya çıkan şey yani GATT ,yani uluslararası ticaretin kuralları anlaşması, tüm devletlerin farklı pozisyon ve hukuksal yapıları, libere edilmiş dahi olsa farklı işleyen gümrük rejimIeri nedeniyle "küresel" olarak uygulanma olanağı bulunmayan bir duruma işaret etmektedir. Fiili durumu  aşmanın en etkin ve yegane yolu uluslararası bir hukuksal süreç oluşturmak ve ulus devletlerin hukuksal yapılarının üzerinde bir yapı tesis etmektir. İşte aslında MAI bu sürecin adıdır ve 21. Yüzyılda bu süreç ağırlıklı olarak yerel yönetimler ve onların yöneticileri eliyle uygulanacaktır. Bu aynı zamanda kapitalizmin farklı bir evreye girişini de bize belirtmektedir.

Gelecek süreç hiç kuşku yok ki, kendini en güçlü hissettiği noktadan yani uluslararası sermayenin yerelleşerek kendini yeniden-ürettiği noktadan çökertilebilir. Bu nedenle yerel ölçekte önümüzde duran gelişmeleri en yakın plandan izlemek, gerek stratejik planı ve gerekse bu planın taktiksel aşamalarının koordinasyonu süreci halinde gelişecek olan Yerel Gündem 21 formunda örgütlenen süreçleri, izlemek içinde yer almak ve halkın ciddi ve etkin katılımını bu noktalardan üretmek olanaklıdır ve gereklidir. Bu amaca hizmet edecek olan tam yerel örgütlenme çalışmaları içinde çalışmalar genişletilmeli, uluslararası sermayenin ülkeleri götürmeyi planladıkları noktalar belirlenerek, halkın çıkarları doğrultusunda bu süreçlere müdahale edilmeli ve uluslararası sermayenin planları boşa çıkarılmalıdır.

Bu bağlamda saptanması gereken bir nokta daha vardır ki , uluslararası sermayenin kendini en güçlü hissettiği ve en ciddi örgütlenmeleri en uzun vadede ve dikkatli adımlar atarak yaptığı noktada halkın gücünün, bilgisinin, insan gücü ve bu gücün donanımının yetersizliği ve bizim bu yetersizliğe gereken net katkıyı koyamıyor olmamızdır.


ÖZGEÇMİŞ

Mehmet KARTAL, 1965 tarihinde Ankara’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini yurdun çeşitli illerinde tamamladı. 1986 yılında Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. 1987-1988 tarihleri arasında Cumhuriyet Gazetesi ve Kitap Kulübünde çalıştı. 1988-2002 tarihleri arasında TMMOB Makina Mühendisleri Odası Bursa Şubesi Muhasebe ve Mali İşler Sorumlusu görevini yürüttü. Tekstil – Makina Mühendisliği Eğitimi-Otomotiv ve Yan Sanayii-Çağdaş Kentleşme ve Sanayileşme Sempozyumu gibi çeşitli etkinliklerin sempozyum sekreterliğini yaptı.  Çok sayıda panel seminer vb. etkinliğin gerçekleştirilmesini sağladı. Hali hazırda Kauçuk sektöründe faaliyet gösteren bir firmada çalışmakta olan Mehmet KARTAL,  Tez –Koop-iş Sendikası üyesi ve Delegesi, ÖDP Bursa İl Yönetim Kurulu üyesi, Bursa Tüketiciyi Koruma Derneği üyesi, Bursa Sinema Sevenler Derneği üyesi, Bursaspor Kulübü kongre üyesi ve Bursa Kent Konseyi Hemşehri üyesi olup, evlidir ve iki çocuk babasıdır. Orta düzeyde İngilizce bilmektedir.
















YAZIDA KULLANILAN KISALTMALAR

CUŞ
Çok Uluslu Şirket
UNDP
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
GATT
Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması
OECD
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü
ICLEI
Uluslar arası Yerel Çevre Girişimleri
IULA
Uluslar arası Yerel Yönetimler Birliği
IULA-EMME
Uluslar arası Yerel Yönetimler Birliği-Doğu Akdeniz ve  Ortadoğu Bölge Teşkilatı
WALD
Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi
NAFTA
Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması
AB
Avrupa Birliği
IMF
Uluslar arası Para Fonu
GATS
Hizmetler Ticari Genel Anlaşması
TIRMS
Ticaretle İlgili Yatırım Tedbirleri Anlaşması
WTO
Dünya Ticaret Örgütü
MAI
Çok Taraflı Yatırım Anlaşması
MIGA
Çok Taraflı Yatırım Garanti Kuruluşu
ARAD
Arap İslami  Gelişme Teşkilatı
OICC
İslam Başkentleri ve Kentleri Teşkilatı
ATO/AUDİ
Arap Kentler Birliği /Arap Kentsel Gelişme Enstitüsü



* ölüm yaşayanı yakalar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder