23 Aralık 2008 Salı

HAYVANLAR TOPLANTISI

HAYVANLAR TOPLANTISI  
                                                                     Berfin Zelal Karadağ
asminberfin@hotmail.com                   
                                                       ADIYAMAN İ.M.K.B  İlköğretim Okulu  
7. Sınıf Öğrencisi          
                            

 Yeryüzü büyük bir tehlikeyle karşı karşıyaydı. Doğal hayat ve ekosistem bozulmuştu. Hatta dünyada birçok bitki ve hayvan türlerinin soyu büyük bir risk altındaydı. İnsanlardı doğal hayatı bozan. Bazı insanlar bu konuyu düşünüyor, ama birkaç kişiyle çözülemeyeceğini biliyorlardı. Bu konu üzerine Birleşmiş Bölgeler Hayvanlar Konseyi seçilen bir yerde dünyadaki tüm bölgelerden gelen çeşitli hayvanlarla toplantı yapmaya karar verdi. Toplantı için en uygun bölge, içinde birçok hayvanın soyunun tükendiği Madagaskar adasıydı. Dünyanın her bölgesinden gelen hayvan elçiler Madagaskar adasına gelmişti. Toplantı başladı.
   İlk olarak Çin’den gelen panda söz aldı:
Durumumuz belli. Hepimiz aynı sorunları yaşıyoruz. Mademki insanlar bir çözüm bulamıyor. O zaman bir de biz düşünelim. Dedi.
Pandanın bu sözü üzerine şempanze söz aldı:
    İnsanlara en çok benzeyen hayvan türü bizleriz. Ama hiç anlamıyorum. Durmadan kendi ırklarını yok etmek için savaş yapıyorlar. Bir de biz hayvanlara vahşi derler. Çok komik, biz besin zincirini korumaya çalışıyoruz vahşi oluyoruz, insanlarda birbirlerini öldürüp akıllı hatta dünyanın en zeki yaratıkları oluyor. Sizce de çok saçma değimli?
Gergedan:
    Doğru hatta kendilerini öldürmekle kalmayıp yasaklanmış olmasına rağmen illegal yollarla yapılan boynuz ticareti yüzünden dünyada sayılır duruma geldik. Hep kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Tabi bizleri düşünen yumuşak yürekli insanlar bu konu konferans veriyorlar ama onları da dinleyen yok ki.
Ormanda büyük bir alkış koptu ve timsah söz aldı:
    Yazın Mısırdan çıkarak bütün Akdeniz’i dolaştım. Gördüğüm manzarayı düşünmek bile korkutucu. Denize açılan kanallar vardı. Bu kanalların içinde fabrika atıkları, tenekeler, ayakkabılar her şey vardı. Bir ben yoktum. Sanırım bundan dolayı denizdeki çoğu balığın vücudunda yaralar olduğu için iki gün aç kaldım.

Toplantının en ilginç hayvanı Bayan Van kedisiydi. Çünkü bir gözü yaramaz bir çocuk tarafından çıkarılmıştı. Tek gözü vardı oda yeşildi. Bu yüzden bir aralar kendisinin Van Kedisi olduğunu diğer elçilere bir türlü anlatamamıştı.
    Sağ gözümü parkta çöplerin arasında dolanırken yaramaz, iriyarı bir çocuk çıkardı. Siz beni bırakın. Size gördüklerimi anlatayım. Dedi
    Bir gün, bir düğünün içinde halay çeken insanları gördüm ve ‘ne güzel bir kültüre sahipler.’ dedim. Ama bir adam halaydan ayrılıp meydanda zevk için bilinçsizce havaya ateş ediyordu. Çok korkmuştum. Hemen yanımdaki ağaca çıkıp etrafı izlemeye başladım. Mermilerden birisi yanlışlıkla masum bir insana isabet etti. Adamcağız oracıkta yere yığıldı. Neyse ki hemen hastaneye kaldırdılar.


Toplantı tüm hızıyla devam ederken Madagaskar adasının yerlilerinden olan Lemur söz aldı:
    Gerçekten Van kedisinin anlattığı olay korkutucu. Ne kadar doğru bir davranış olmasa bile sonuçta bir kaza. Birde benim soyumu düşünün. Doğamız gereği sadece bu adada yaşayabiliyoruz. Buradaki bazı turistler sırf spor olsun diye beni ve diğer hayvanları avlamaya çalışıyorlar. Benim bildiğim spor insan sağlığına iyi gelir. Bizi avlamaları kendi sağlıklarına nasıl iyi geliyor hiç anlamıyorum. Madem bizimle ilgileniyorlar; o zaman bizim fotoğrafımızı çeksinler. Sonra fotoğrafları da çeşitli dergilere satarlar. Hem biz ünlü oluruz, hem de onlar para kazanırlar. Değil mi?
Afrika’dan gelen leoparın vücudundaki desenler çok dikkat çekiciydi. Tüyleri de pırıl pırıl parlıyordu. Sözü leopar aldı:
    Bağzı insanlarda derimizi beğeniyorlar. Bu güzel bir şey, ama bazıları var ki sadece güzel görünmek için derimizden çanda, ayakkabı, kürkler yapıyorlar. Hatta ve hatta bunu da moda yapıyorlar. Yok, neymiş 2007–2008 sonbahar – kış modasında hayvan derilerinden yapılmış elbiseler modaymış. Bence çok vahşice. Biz hiç onları öldürüp kendimize elbise yapıyor muyuz? Değil insanlar hayvanları bile öldürüp bu şekilde kullanmıyoruz. Benimle birlikte birkaç yılan arkadaşımda aynı durumda. Herkes çok gergindi. Kendi aralarında çözüm arıyorlardı. Somali’den gelen akbaba kendi başından geçen olayı anlattı:
    Ülkemde açlık var. İnsanlar da yiyecek bulamıyor. Bulsalar yaprak bile yiyecekler ama dengesizlikten dolayı çöl çekirgeleri tüm yaprakları yiyorlar. Bu sırada zürafa sordu: 
Ama nasıl olur? Somali’de Pirinç bitkisi bolca yetişmekte.

Akbaba:
—tüm pirinç tarlalarını kabile reisleri halktan zorla aldı. Hem artık eskisi kadar yağmur yağmadığı için kuraklık var.
 Bir gün açlıktan kıvranırken bir çadır gördüm. İnsanca bildiğim için çadırın üstündeki yazıyı okuyabildim. ‘United Nation’ yani ‘Birleşmiş Milletler’ yazıyordu. Çadırdan yaklaşık 1km uzakta bir çocuk yerde zorla sürünerek çadıra ulaşmaya çalışıyordu. O kadar zayıftı ki yukardan bile kaburga kemiklerini bile sayabildim. Tam tamına 12 tane sayabildim. İstemesem de belki ölür bende onu yerim diye yanına kondum. Bu sırada yanımıza bir adam geldi. Büyük bir ihtimal gazeteciydi. Sonra çocuğun resmini çekip gitti. İnsan bir kere der yardım edeyim, yazıktır. Ama adam öylece baş başa bıraktı bizi. Bende zaten yemedim. Zaten yaklaşık 3 ay sonra kuşlar arasımda geçen bir dedikoduda duydum o adam çocuğa yardım etmediği için depresyona girmiş ve intihar etmiş.
   Toplantı filin sözüyle kapandı:
— O zaman bizlerde bölgelerimizdeki hayvanlarla beraber bu tür yardım kuruluşlarının kampanyalarını destekleyelim. Çevremizdeki insanların bizlere ve dünyaya zarar vermelerine izin vermeyelim. Bu çevre dostu olan insanlar bizlerin tek ümidi. Dedi.
     DOĞAL HAYAT, DOĞAL KALSIN                                                                 
    



13 Eylül 2008 Cumartesi

AKLIMIZIN İZİNİ TAKİP EDELİM PARMAK İZLERİNİ DEĞİL….


Dün 12 Eylül darbesinin 28. Yılını idrak ettik. 12 Eylül büyük bir silindir gibi üzerimizden geçmesinin yanında, Anadolu topraklarında bir çok şeyi neredeyse tersinmez biçimde değiştirmiş gibi görünmekte. Hala 12 Eylül’ü yapan cuntacılarla hesaplaşıp, onları yargılayıp, komşumuz Yunanlılar gibi hapiste ölümlerini görmedik.Darbelerle ilgili olarak Yunanistan’dan ithal ettiğimiz konuğumuz gibi darbe yapmaya yeltenenleri akıl sağlığı yerinde olmayanlardan saymıyoruz, bir bölüm insan bu kişileri halihazırda yüceltmekte ve çeşitli sivil toplum örgütlerine başkan bile yapmaktadır.
Bir yandan 12 Eylül yıldönümü bize bunları düşündürürken diğer yandan Trabzon’da olan ve hemen tüm gazetelere yansıyan başka bir haber dikkat çekti. Yurttaşlar, Toplum Destekli Polis tarafından açılan gönüllü parmak izi bürosunun önünde kuyruklar oluşturmuşlar. Gönüllü olarak kendi bilgilerini ve parmak izlerini elektronik sisteme vermek için izdiham yaratmışlar.
Hala anlamayan ve çok merak eden varsa işte size 12 Eylül’ün toplumsal sonuçları…  
ABD’de 1980’li yılların ortalarından itibaren profesyonel polislik yerini toplum destekli polislik uygulamalarına terk etmeye başlamış. Ülkemizde bu çalışmayı yürütenler “Problem çözmeye odaklanmak suretiyle sorumluluk ve etkinliği geliştirmeyi hedefleyen, müşteri odaklı hizmet sunma felsefesi, önleme, problem-çözme, toplumla işbirliği ve ortak çalışmalar gibi faaliyetlerin yanı sıra, geleneksel kolluk uygulamaları özelliklerini de kapsayan polisiye servislerin sunulması suretiyle suç ve sosyal düzensizliğe odaklanan bir felsefe, bir bölgeye atanan ve o bölge sakinleri ve o bölgede çalışan ve yaşayan esnaflar ile birlikte çalışmayı, onlarla buluşmayı kapsayan polislik metodu olarak  tanımlamaktadırlar. 
“Müşteri odaklı bu felsefe” hepinize tanıdık geliyor değil mi?
Toplum destekli polis çalışması, pilot olarak çeşitli illerde üstüne üstlük AB kaynaklı bir finansman yöntemi ile örgütlenmekte ve yürütülmektedir.  Hemen tümü yüksek öğrenim görmüş, motorize haldeki ekipler, bu kentlerde ya kapınızı çalmakta, ya sitelerde okullarda toplantılar düzenlemekte ve etkinliklerini gün geçtikçe arttırmaktadırlar. Elbette ülkenin kolluk güçleri kendince uygun gördüğü yöntem ve alanlarda faaliyetlerini yasal mevzuat çerçevesinde yürütebilir.
Burada asıl sorgulanması gereken, yurttaşların kendi ayakları ile giderek kişisel bilgilerini- ki parmak izi çok önemli bir kişisel bilgidir- vermeleridir. 12 Eylül’ün üzerinden henüz birkaç yıl geçmiş olduğu günlerde İstanbul’da Nazi kıyafeti giyerek yurttaşlara kimlik soran ve onları yere yatırarak üstlerini arayan, durdurduklarına topluca ve saçma hareketler yapmalarını emrederek bunları yaptıran tiyatrocuları hatırlayalım. O zaman Nokta Dergisi’ne kapak olan bu ironik faaliyet üzerinde çok yazılıp çizilmişti.
Aradan geçen 30 yıla yakın süre o günkü ironik faaliyetin, nasıl bu gün parmak izi olayıyla genlerimize kadar işlediğini ortaya koyan önemli bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

Yurttaşlık haklarını bilmeyen, en basit doğrular ile yanlışları birbirinden ayıramayan ve yaşadığı dünyaya hükmetmek için müdahale etmeyen bir ülke yaratan 12 Eylül, ikiz kulelere çarpan uçakların yarattığı ve ABD’yi yönetenlerin mal bulmuş mağribi gibi üzerine çullandıkları yeni güvenlik anlayışının yansımaları bu durumu giderek güçlendirmiş, özel yaşamın mahremiyetine yönelik ve insan hakkı ihlali bile sayılabilecek uygulamalar sıradan işlemlere dönüşmüş durumdadır. 
Aklın egemenliği yerini güvenliğin barbarlığına bırakmış durumdadır. Trabzon’da rahip cinayetleri ve Hırant DİNK’in cinayetini ört bas etmek olarak kendini belli eden ve bir çok yazar-çizer-sanayici meşhurun Trabzon’u seviyoruz, kenti kirletmeyin nidaları da yakın geçmişin unutulmuş gazete sayfalarını süslüyor. Hatta gazete kağıtları henüz sararmadı bile…
Yine yakın geçmişte bir koyun sürüsü önde giden koyunun ardından kendini uçurumdan ölüme atmıştı. Gazeteler bunu alay konusu yapmışlar ve kendimize hiç ders çıkarmaya çalışmamıştık.
12 Eylül geçeli çok oldu değil mi?
1990’da doğan oğlum hala bana soruyor:
O günlerde olanlarla ilgili öğrendiklerim gerçek mi baba diye….
Sizce ona ne söylemek gerek. 



1 Ağustos 2008 Cuma

SUYU BULANDIRMAYALIM….



Türkiye, yaklaşık altı ay sonra Mart 2009’da su konusunda dünyanın en büyük organizasyonuna ev sahipliği yapacak. 160 dan fazla ülkeden yüzlerce devlet adamı ve uzmanı buluşturacak 5. Dünya Su Forumu Mart 2009’da İstanbul’da yapılacak. Dünya Su Konseyi, BM Barış Gücü’ne benzer bir uluslararası ‘Su Barış Gücü’ kurulmasından, Su Konseyi’nin bugüne kadar ne yaptığına kadar bir çok konu masaya yatırılacak ve  5. Dünya Su Forumu’nda tartışılacak. Forumun teması, ‘Farklılıkların Suda Yakınlaşması’ olarak belirlenmiş durumda. Bu kuruluş, kendisini, ''Dünya Su Güvenliği İçin Çok-Yönlü Uluslararası Bir Ortaklık'' olarak tanımlıyor. Dünya Su Konseyi, 300 üyeli bir uluslararası kuruluş. Konsey’in  ana programının oluşmasında, çokuluslu şirketler ile Dünya Bankası'nın görüşleri esas alınmış. Dünya'nın milyarca insanı yani gerçek su tüketicileri ise Dünya Su Konseyi'nde temsil edilmiyorlar.
Dünya Su Konseyi Başkanı Fauchon’un verdiği bilgiye göre dünyada halen 1.1 milyar kişinin temiz suya ulaşamıyor. Suya bağlı hastalıklar savaşlardan daha fazla ölüme sebep oluyor. Her 10 yılda dünya nüfusu 1 milyar artıyor. Bu da daha fazla su tüketimine sebep oluyor. Günümüzde dünyanın su tüketimi geçen yüzyıla göre üç kat fazla. Gelecek yıllarda daha da fazla olacak gibi görünüyor. Dünya Su Konseyi su sorununu nasıl algılıyor ona bir bakmalı:
  1. Dünyanın çeşitli coğrafyalarında, kentlerdeki yüksek nüfus artışı su kaynakları üzerine aşırı baskı getirmekte bu durum suyun sunumunda kıtlık yaratmaktadır.
  2. Suyun üretim maliyetleri yapay olarak düşük fiyatlandığı için su tüketiminde israf doğmaktadır. Bu nedenle suyun maliyetlendirilmesi ve fiyatlandırılması tekrar düzenlenmelidir.
  3. Devletler ve yerel yönetimler, düşük yatırım, popülizm ve yolsuzluklar nedenleriyle suyun sunumunu  becerememektedir.
  4. Güvenli su üretimi, dağıtımı için özel sektörü, bu işe ortak yapmak; daha da açıkçası bu işlevleri özelleştirmek gerekir.
  5. Su için şimdilik kaydıyla bir savaş olmuyor ancak bazen gerilimler yaşanıyor. Bundan birkaç yıl önce ‘su koruyucuları’ adlı bir öneride bulunuyorlar. Uzmanlardan oluşan belirli bir güç oluşturup, bir bölgede su konusunda bir çatışma olduğunda direkt olarak faaliyete geçecek biçimde. Bu birliğin görevi su konusundaki çatışmaları gidermek ve organizasyonu sağlamak. Daha önce teklif edilen bu birlik, İstanbul’daki forumda tekrar konuşulacak. Bir çalışma grubu kurulacak ve somut sonuçlar alınmaya çalışılacak. Bu güç, bölgesel bir güç mü, uluslararası bir güç mü, yoksa Birleşmiş Milletlere bağlı bir güç mü olmalı, bunların üzerinde halen çalışılmakta.
Bu liste neredeyse bir bütün olarak  Latin Amerika'da  altyapı yatırımları için verilen Dünya Bankası kredilerinde, bazı İMF anlaşmalarında ön koşul olarak yer aldı. Ve, bu koşullara  teslim olan siyasi iktidarlar, özellikle Latin Amerikalı kent yoksullarının şiddetli direnmeleriyle karşılaştılar. Bolivya'da su dağıtımını üstlenen iki uluslararası şirkete karşı başlatılan su savaşları, bir halk ayaklanmasına dönüşerek Evo Morales 'i başkanlığa getiren sürece de yol açmış, etki etmiş oldu.
Pekala 4. Dünya Su Forumu neden Meksika'da yapıldı.  Özelleştirilen su sistemlerinin nasıl işlediği, bu konuda on beş yıllık ''deneyimi'' olan Meksika'da denenmişti. Meksika’da olanlar, kamu yararına değil, karını maksimize etme peşine olan çokuluslu şirketlerin, su satış fiyatlarını çarpıcı oranlarda yükseltmeleri ile başlamış; faturaları ödeyemeyen yoksul bölgelerdeki konutların sularının kesilmesinden,  sözleşmelerle garanti edilen yatırımların yapılmamasına,  temiz sudan yoksun insanların sayısının daha da artması anlamına gelmiş. Bu nedenle Meksikalı yoksullar, ülkelerinde yapılan  Forumu protesto ettiler ve tüm dünya insanlarına  seslendiler: ''Su bir insan hakkıdır.''
Türkiye’nin güçlü bir su politikası var mı? Türkiye su politikası konusunda çok iyi bir deneyime sahip mi? Türkiye’nin geçmişte elde ettiği bir deneyimi var, özellikle barajlar konusunda, suyun taşınması noktasında ciddi deneyimleri var. İçinde bulunduğumuz yılda ülkemizde DSİ eliyle bir çok kentte ve noktada çeşitli sempozyum, toplantı ve etkinlikler yapılmakta. Bu toplantıların tümü 5. Dünya Su Forumu’na hazırlık niteliği taşıyor. Bu günlerde TÜSİAD su konusunda hazırladığı ikinci raporu yayınlıyor (Rapor 1 : Türkiye’de Su Yönetiminin Durumu: Sorunlar ve Öneriler” Prof. Dr. Ayşegül Tanık, Prof. Dr. Necdet Alpaslan ve Doç. Dr. Deniz Dölgen Rapor 2 : “Şebeke Suyu Hizmetlerinde Özel Sektör Katılımı: Dünya Uygulamaları Işığında Türkiye İçin Model Tartışması” Rekabet Kurumu Uzmanı Bülent Gökdemir )ve TÜSİAD Başkanı “Sosyal ve ekonomik olumsuzları bertaraf edecek şekilde planlanmış bir yasal çerçeve kapsamında şebeke suyu hizmetlerine özel sektör katılımının sağlanması ile bu sorunların bir bölümünün giderilmesi ya da etkisinin sınırlandırılmasının mümkün olabilecektir.” diyerek olaya son noktasını koyuyor.
TÜSİAD, kurak geçen bir yazın sonrasında, barajlarımızın doluluk oranlarının % 20’lere düşmesinden, suyun bireylerin en temel gereksinimi olmasından, ikame edilemez olmasından dem vurarak, Dünya Su Konseyi ile aynı tespiti yapıyor. “Su sorunu temelde suyun miktarının ve kalitesinin yeterli olmamasından kaynaklanmaktadır. Artan nüfus ve şehirleşme, küresel iklim değişiklikleri, sulamada kullanılan yanlış yöntemler, kaçak ve bilinçsiz kullanım gibi etmenler de su kaynakları üzerindeki baskıyı arttırmaktadır. Buna ayrıca mevzuattaki karmaşa ve yönetimsel sorunlar da eklenince su kısıtı, yerel, ulusal, bölgesel ve uluslararası sorunlar halinde karşımıza çıkmaktadır.” Hükmünü vererek dilinin altındaki baklayı çıkarıyor.
“Türkiye’de su hizmetlerine yönelik hukuki ve idari düzenlemeler dağınık ve parçalı bir yapı arz etmekte ve kurumlar arasında yetki karmaşası yaşanmaktadır. Ayrıca, artan kirlilik ve kısıtlı kaynaklar karşısında yerüstü ve yeraltı su kaynaklarının kalitesinin izlenmesi için sürekli izleme sistemlerinin kurulması gerekmektedir.…Suyun ekonomik bir mal olarak kabulü ve son derece yüksek finansman gerektiren altyapı yatırımlarının zorunluluğu, hizmetin merkezi veya yerel kamu otoritesi tarafından sağlandığı örneklerde etkin olmayan yönetim ve düşük kalite gibi sorunları da beraberinde getirmiştir.Dünyada da benzer örnekleri bulunan bu durum, Şebeke suyu hizmetlerinde özel sektör katılımı seçeneğini gündeme taşımıştır….
Türkiye için şebeke suyu hizmetlerine özel sektör katılımı düşünüldüğü takdirde, uygun düzenleme rejimi, politika yapıcı kurumların eşgüdümünde ve hizmetin özel sektör katılımına
açılması öncesinde tesis edilmelidir. “ diyerek niyetini ortaya koyuyor. (09.09.2008 TÜSİAD Başkanı Konuşması, www.tusiad.org.tr)
Uzun lafın kısası, 5.Dünya Su Forumu, neden ülkemizde toplanıyor diyenlere cevabı veriyor. Uluslararası sermaye ile “yerli” sermaye tam bir uzlaşma ve anlaşma içinde, hükümet güçlerini de her zaman olduğu gibi yedeklerine alarak önemli bir hazırlık yapmaktalar.

Uluslararası Neo-liberal sistemin aşırı birikim ve sermayenin değersizleşmesi krizine karşı geliştirdiği çözümler, son 30 yılda eğitimden sağlığa, sosyal güvenliğe, ulaşımdan enerjiye, telekomünikasyondan posta hizmetlerine kadar uzanan ve insanlığın bütün değerlerinin metalaştırılmasını hedefleyen bir sürece odaklanmış bulunmaktadır. Krizin şiddetlenmesiyle sermayenin merkezileşme eğilimi daha gözle görülür hale gelmiş, başta Orta Doğu olmak üzere bütün doğal enerji koridorları kapitalistler arası paylaşımın konusu haline getirilirken; dünyamızda canlı hayatın sürmesinin en temel unsuru olan suyun da ticarileşmesi gündemdeki yerini almaya başlamıştır. İçme ve sulama suyu şirketlerinin yanı sıra inşaat, enerji, maden, gıda, kimya, metal ve daha pek çok endüstride faal olan büyük şirketler su çıkarma, dağıtım, sulama sistemleri, hidroelektrik santraller ve baraj yapımı ihalelerinde boy göstermeye başlamıştır.
Öte yandan bizleri neler bekliyor :
  1. suyun ticarileştirme çabaları yalnızca yoksulların ve varoşların temiz suya erişim hakkını tehdit etmekle de kalmamakta, yeni baraj ve santral inşaatları yüzünden dünya halklarını ve gelecek nesilleri mevcut su havzalarının tümüyle kaybedilmesi,
  2. Havzalardaki canlı yaşamın sona ermesi,
  3. Tarihi ve kültürel mirasın yok edilmesi(Hasankeyf-Allianoi vb.)
  4. Suyun metalaşması, ayrıca, bugüne kadar başta belediyeler olmak üzere su dağıtımında çalışan emekçilerin taşeronlaşması,
  5.  Bu sürecin gerektirdiği yüzlerce üretim kolunda istihdam edilen emekçilerin emeğinin daha da değersizleşmesine ve kazanılmış haklarını kaybetmesi,
  6. Ayrıca, tarımdaki hızlı kapitalistleşme sürecinde tohum, gübre vd. zorunlu ihtiyaçlarını temin etme gücü bile kalmamış olan ve geçimlik tarımla yaşamını sürdürmeye çalışan milyonlarca küçük çiftçi için ölüm anlamına gelecek olan suyun ticarileşmesinin diğer dolaysız ve dolaylı etkilerinin neler olacağı henüz tam olarak öngörülememektedir.
  7. Suyu satın almaya gücü yetmeyen milyonlarca köylü ve çiftçinin topraklarından koparılarak büyük kentlere fırlatılmasının sonuçları, yığınsal işsizliğin ve sefaletin doruğa çıkması, çarpık kentleşmenin en uç noktaya ulaşması ve dolayısıyla kentlerin varoşlarında daha da çekilmez boyutlara erişecek olan suya erişim hakkı ihlalleriyle özetlenemeyecek kadar ağır ve yıkıcı olacaktır.

Ülkemiz de bu devasa sorunlarla yüzleşmek zorundadır. Okullarda öğretilenin tersine su fakiri olmaya çoktan aday olan ülkemizin mevcut su kaynaklarının yukarıda yer alan değerlendirmeler ışığında yeniden ve farklı bir anlayışla değerlendirilmesine, su üzerinde mevcut yetki ve kullanım haklarının yeniden tanımlanmasına olan ihtiyaç kendini yakıcı olarak hissettirmektedir.


                                                                                                                 Mehmet KARTAL
                                                                                              Nilüfer Yerel Gündem 21 Genel Sekreteri,
                                                                                   TÜRÇEP(Türkiye Çevre Platformu) Dönem Sözcüsü,                                                                                               Bursa Yerel Sulakalan Komisyonu Üyesi