24 Eylül 2005 Cumartesi

SARILDILAR


 Bir şehir vardı.

Yeller eser yerinde.
Beş şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yüz şehir vardı.
Yeller eser yerinde.
Yok olan şehirlere şiirler yazılmayacak,
şair kalmayacak ki.     


Benim için bu yazıyı yazmaya başlamak çok zor oldu. Sürekli kendi kendime çeşitli bahaneler uydurarak yazmayı erteledim. Nedeni tam olarak tanımlamak mümkün değil gibi... Bu nedenle galiba güzel bir yazı olmayacak. Kuru ve ruhsuz bir yazı olmasını sağlayan şey de bu olsa gerek, belki de kendime sakladığım duygularımı ifade etmek istememem bunu sağlamış olacak.
Bulgaristan’a Ramazan Bayramı’nda hem kültürel ve gezi amaçlı ve hem de çeşitli görüşmeler yapmak için bir gezi düzenledik. 6 gün süren gezide ülkeyi boydan boya kat ettik. Sınırdan sonra doğruca Veliko Tırnova, Plevne kentlerini sonrasında ise Kırcali, Ardino (Eğridere) , Smolyan, Sofya ve Filibe’yi dolaştık, görüşmeler yaptık.
Bulgaristan çok güzel bir ülke “balkan” sözcüğü ormanlık anlamına geliyor. Kelimenin tam anlamıyla Bulgaristan balkan. Bir ülkenin bu kadar ormanlık olacağına insan inanamıyor. Ayrıca nüfus yoğunluğunun azlığı da  bu güzelliğin bozulmasını engellemiş. Gezdiğimiz yerler içinde en çok Veliko Tırnova’yı beğendiğimi söylemeliyim. Menderesler yaparak akan bir ırmağın yarattığı tepeler üzerinde kurulmuş birbirine köprülerle bağlanan zamanın olanca ağırlığı ile aktığı bizim gibi büyük ve gürültülü kentlerde yaşayanların aradığı huzuru istemeden insana sunan güzel bir kent. Aynı hissi Ardino’da da duyumsadığımı belirtmeliyim. Hani şair;
 “zaman akıp gider
   aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz aynı rüzgarla”
diyor ya inanmayacaksınız ama Ardino’da aynı kiraz dalı aynı rüzgarla sallanıyor. İnsan kendini başka bir boyut ve zamandaymış gibi hissediyor. Oysa küçük bir köy kadar Ardino ama içine yerleştiği vadi ve adını aldığı eğri deresi ile zamandan ve mekandan müstesna.
Derken Rodopların güney batısından dönerek Filibe ovasına ve oradan Sofya’ya ulaşıyoruz. Ulaştığımızda geceye yakın saat ama sabredemiyorum. Bir an önce görmeliyim yaşamın nasıl ve nerelerde aktığını diyor ve soğuğa aldırmadan vuruyorum kendimi sokaklara. Hayallerimdeki Sofya değil bu geldiğim kent. Kalbine doğru yürürken kentin ellerim cebimde ağzımda  sigaramla balici-tinerci çocuklar karşılıyor beni kumarhanelerin çiğ neonlarıyla birlikte. Geçerken sokaklardan hızlı adımlarla geldiğim geniş meydan Osmanlı’dan kalma camisi, sosyalizm döneminden kalma devasa Halk Meclisi binası benimle aynı yürek burkan duygularla bakıyor caddelerde biriken çöplere ve onları ayıran yoksullara. İçerilere doğru gidiyorum, gördüğüm yoksulluk ve yoksunluk soğuk havadan daha çok üşütüyor ruhumu. Hayallerimdeki  Sofya değil bu geldiğim kent. Halk Meclisi binasının sağından, artık kumarhaneleşmiş o devasa binaları arkamda bırakarak, geniş bir alana ulaşıyorum. Solumda zamana direnerek ayakta duran Rus Ortodoks Kilisesi’nin barok sitili bakışları karşılıyor beni. Hava ayaz, saat gece yarısı, soğuğa direnerek devam ediyorum yola. Ama biliyorum ki beynimi uyuşturan şey bu korkunç soğuk değil,  o anda anlıyorum ki bu şehrin ruhu yok. Terk etmiş bedenini ve dönülmezcesine hiçliğe doğru fırlatmış zamanı, bir ayrılış olmuş sokaklarından geçen eskimiş ama inleyerek çalışan tramvayların sesleri. Vatmanları kadar mutsuz demirden bu makineler, ağır, yorgun ve ruhsuz olan bu kenti dolaşırken geriye getiremeyecekleri günleri beyhude arıyor ve yok sayıyor yaşanmışları, ruhu olmayanın düştüğü yerde kendi başına ve yalnızca tekrarlıyor bir şiiri, ah Sofya ,
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp
parmaklarımı kanatarak
kırasıya çıldırasıya...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni seviyorum,
ama nasıl,
kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz,
yüzde hudutsuz kere yüz...
Kadın erkeğe dedi ki:
-Baktım
dudağımla, yüreğimle, kafamla;
severek, korkarak, eğilerek,
dudağına, yüreğine, kafana.
Şimdi ne söylüyorsam
karanlıkta bir fısıltı gibi sen öğrettin bana..
Ve ben artık
biliyorum:
Toprağın yüzü güneşli bir ana gibi -
en son en güzel çocuğunu emzirdiğini..
Fakat neyleyim
saçlarım dolanmış
ölmekte olan parmaklarına
başımı kurtarmam kabil değil!
Sen
yürümelisin,
yeni doğan çocuğun
gözlerine bakarak..
Sen
yürümelisin,
beni bırakarak...
Kadın sustu.
SARILDILAR
Bir kitap düştü yere...
Kapandı bir pencere...
AYRILDILAR...

Ayrılıyorum ruhu olmayan bu kadersiz şehirden ve sen yoksun, ben yoksun. 

18 Eylül 2005 Pazar

ROPONY DÖNDÜ

Ropony döndü, şehrin yoğun ışıkları nedeniyle silikleşen ama buna aldırmayan güney doğu yıldızına bakarak,
- O benim işte sana oradan bakıyorum dedi. Oradan bakıyor muydu yoksa oradan bakmakla kaçmaya mı çalışıyordu, bilmiyordu.
Pragma’ya iyice sokuldu. Onun kolunu kendisininkine doladı. İçine tütün ve alkol karışımı kokusunu derince çekti. Söylediği ile her şeyi halletmiş olmayı istedi. Ama kararsızdı. Gelecek o yıldız kadar uzaktı belki de. Hafifçe doğruldu. Yüreğine yenilmiş olmamayı isterdi. Sonra boş ver dedi kendi kendine ve şu an iyi ya bunu  yaşamalıyım. Güvenlik içinde olmak batsın. Pragma,
-        Né ?dedi. Cezayirli bir Fransız’ın kırık aksanından çıkmış edasıyla.
-        Né né dedi O da.
-        Yıldızın kadar uzaktasın ve şehrin ışıkları yutuyor mu ne seni?
Cevap vermedi. Bir saat öncesini anımsadı. Meyhanede diğer grupla birlikte Ropony, Pragma ve Bubirebu birlikte içmişlerdi. Şişede kalanı almış ve kendilerini şehrin sokaklarına vurmuşlardı. Meyhanede diğerlerinin düşündüklerini anlamasından korkmuştu biraz. Biraz da alkol esrikliğinden kaygı duydu birden. Gece soğuktu, üşümüyordu ama, kıpırdandı bankın üstünde ve Pragma’ya daha sıkı sarıldı, gözlerini kapadı kafası derin düşüncelerle dolsun istese de olmuyordu, gözlerini daha sıkı yumdu, mutluluktan oracıkta uyuyabilirdi.

Bubirebu, otele dönmüştü. Uykusu gelmişti ama bir sigara yaktı. Gece soğuk ve sessizdi. Yatağa kıvrıldı. Az önce ışıklı sokakta yarı esrik ve birbirlerine sarılmış halde bıraktığı Ropony ve Pragmayı düşündü. Nasılda sıkı sıkıya birbirlerine sarılmışlardı. Birbirlerine hiç benzemediklerini gördü önce. Farklı yollardan geçmiş farklı yaşamalar sürmüşlerdi. Pragma için bu güzeller güzeli ve akıllı kıza yakışmayacak kadar yaşlı ve sorunlu diye düşündü. Konduramıyordu açıkçası, Pragma evli ve çocukluydu. Ropony bu işin sonunda çok üzülebilirdi. Öyle olsun istemediğini geçirdi içinden. Birden alkolün esrikliği geçmiş gibi oldu.  Pragmanın geçmişi yaşanmış yılların düş yorgunlukları ile doluydu ve biliyordu ki bir yanı hep eksik kalmıştı. Namlular, kör döğüşleri ve adanmışlıklarla yaşanan ve bir şeyleri değiştirmeye olan inancın onu kör ve duygusuz ettiğini hissedebiliyordu. Şimdiden bakınca çokça sorumluluk ve yük altında olduğunu ve kıvrandığını duyumsadığını hatırladı.
Yatakta döndü, leş gibi olmuş ağzına son kez götürdü sigarasını bir nefes aldı, otelin her daim temiz olan tablasında hayatı ezmek istercesine hınçla bastırdı izmariti parmaklarını kokladı alışanlık dehlizinde kaybolmuş gibi. Battaniyeyi omzuna çekti havamı yoksa yüreği mi soğumuştu karar veremedi. Umarım donmazlar ve yaşam istedikleri gibi olur dedikten hemen sonra sıkıntılı ama esrikliğin verdiği umarsızlıkla uykuya daldı. 

Ropony,
-Şimdi kollarında olmak, saçlarımı göğsüne akıtmak ve düşler sokağında kaybolmakla ilgili bir masal istiyorum, her öpüşte parlayan yeni bir yıldızla süslenecek sokak ve hiç üşümeyeceğiz dedi. Pragma hafiften ürpermişti ve onu hissettiğini hatırlatmak ister gibi. Ürperti Pragma’yı kendine getirmeye yetmemişti. Onun aklı ve yüreği uzak yıldızlarda gençliğini arıyordu. Ropony’nin nefes alışlarını dinlediğini sonra fark etti. Keşkelerden bir dünya kurdu kendine çabukça. Hiçbir bağı olmadan göklerden yıldızları toplamak, nefes nefese bir karmaşa ve kaçış planları içinde olmadan, sakin ve huzurlu olmak fikri onu Ropony’nin baş döndürücü kokusunun labirentine doğru çekiyordu. Uzak bir ülke düşledi yok olur gibi. Kendini yitirmiş hissetti bu genç ve güzel kızın koynunda, kaybolmak, yıkılamaz dediği şeyleri yıkmak ve bir ırmakta ortaklaşmaktı fikrinden akan. Ropony’nin gür ve siyah saçlarının ormanında yiteceğinden korkarak, rüzgarın yaprakları önüne katışına daldı. Gitmek ve dönmemek istiyor olduğunun farkına vardı. Ne istiyordu. Başını güneydoğu yıldızını görmek için yukarıya kaldırdı. O şimdi daha çok parlıyor, çocuksu bir sevinçle gülümsüyordu. Onu büyüklüğünü ve korkusuzluğunu yoklar gibi yutmak istedi. Ropony’nin kaygılardan arınmış görünen güzel yüzüne bakar gibi yıldıza daldı. O mu yıldızdı yoksa yıldız mı oydu bilemedi. Bilmem hangi galaksinin bilinmeyen hangi köşesinde hep bir ağızdan söylenen türkülerin ve yalansız yaşamaların olduğunu biliyordu. O anda Ropony ile yok olup-düzeltti kendi kendine- tek olup gökyüzüne doğru yükselerek yitmeyi düşledi. Esrik değildi. Duyumsuyordu ki bunlar masal değildi. Sakince bir kabullenişle doğruldu uyuyan Ropony’nin dudaklarını kendininkilere dokundurduğunda tek olmuş hissetti. Uyku muydu bu bilemedi öylece kaldı. 



Ropony, Bubirebu ve Pragma boşlukta kalmış olma hissiyle ve acelesi olmayan bir inatla  neşeli bir caddeyi geçiyorlardı. Hep birden Nazım buraları görse adını Levski Bulvarı koyalım derdi diye düşündüler. Herkes kendi rüyasındaydı aslında ama nasıl olduysa bu bir akıl oyunu gibiydi ve onları sarıyordu. Açlık duyumsamışlar gibi birbirlerine baktılar, herkes kendi rüyasına mı dönseydi. Zaten öyle değil miydi? Herkesin kendi rüyasına dönmesine gözleriyle birbirlerine bakarak karar verdiler. Bu karar hileliydi. Ropony ve Pragma Bubirebu’yu kendi rüyası ile baş başa bırakarak aynı rüyaya devam etmek üzere kendilerini geniş caddeleri ve devasa binalarıyla yitmiş bu kentin kalbine vurdular. Revaklar altında esrik inançlarla birbirlerine sarılmanın keyfini yaşayarak dolaştılar. Nefeslerinin biribirine karıştığı anların geçitlerini tüketerek gökyüzünden geçen şehrin grisi ve kızılına batmış bulutları seyrettiler. Gecenin dondurucu soğuğunu birbirlerine sokularak yenmeye çalışırken, yolda bir kafeye dalıp sıcak bir şeyler içmek istediler. İçeri girdiler, siparişlerini verdiler, dumanı tüterek gelen sıcak içecekler dışarıdaki buz gibi havayı tam unutturacakken ellerinin  fincanlara ulaşamadığını fark edip, göz göze geldiler ve mutluluk içinde birbirlerine sarılarak  derin ve tatlı bir uykuya daldılar.