15 Haziran 2010 Salı

ANADOLU VE EV VE KENTSEL DÖNÜŞÜM VE DE GÜNÜMÜZ


Anadolu’nun tarihi en eski çağlardan başlar. Hititlere kadar (İ.Ö. 1680-1220), Yakın Doğu Kavimler Göçü diye adlandırılan yani ilk tunç çağında Akadlar, Asurlular, Akalar, Kizzuvatna Krallığı bölgede hüküm sürmüştür. Orta Tunç Çağından sonra yani Hititler sonrasında İyonyalılar, Frigyalılar, Troyalılar, Lidyalılar, Persler, Pontuslar, Ermeniler, Romalılar, Demir çağını bu topraklarda geçirdiler.  Orta çağdan sonra ise Bizanslılar, Selçuklular, Klikyalılar, Artuklular, İlhanlılar, Osmanlı İmparatorluğuna kadar bu topraklardan geçmeyen kalmamıştır. Bu topraklar Büyük İskender’i de, haçlı ordusunu da görmüştür. 
İşte Anadolu’daki ev mirası, bu nedenle dünyanın birçok bölgesinden daha zengin ve daha çeşitli bir yapıya sahiptir. Yerel yapı gelenekleri ve ev biçimleri ilk çağlardaki megarondan günümüze kadar gelen bir süreklilik de ve dönüşüm de gösterir.  
Doğunun ağırlıklı taş dokusu kuzeyde yer yer ahşap taş dokuya ve doğrudan ahşaba geçmiş, İç Anadolu’nun binlerce yıllık kerpiç mirası doğuya doğru taş kerpiç, batıya doğru dizi ve dolgular oluşturmuştur.
Kuzey ve güneyde ise ahşapla birleşerek Anadolu’nu önemli geçmişini yaratmış,  batının ve Ege’nin farklı bir taş doku geliştirdiğini bu tarzın Balkanlarda kendini tekrarladığını gözlemek her zaman olanaklı olmuştur. 
Öte yandan sofa, eyvan ya da hayat adına ne derseniz deyin Anadolu evinin önemli özelliklerinden birisi olan bu işlevsel düzenlemenin izlerini gerçekte megarona kadar sürmek olanaklı gibidir. Bir meydana veya merkezi bir camiye bağlanan dar sokaklar arasındaki yerleşim, temelde aynı özelliklere sahip olsa da, detaylarda şehirden şehre farklılık gösterir. Evlerde geçirgenliği sağlayan ve tüm odaların açıldığı yer anlamına gelen ‘sofa’, Anadolu evinin ve mimari gelişimini en önemli ve aynı zamanda en sosyal yaşamını da yaratmıştır.
Küçük pencereleri ve kafesleri ile Bursa evlerinde üst kattaki çıkmaları sokakla bütünleşmiştir.  Tüm odalara geçişler ve üretim bu bölümde yapılmıştır. Bazen ev hayatında mutlu olma fikri, iklimin ve coğrafyanın gerekliliklerinin önüne geçebiliyor. Hatta Lazlar soğuk olsa da evlerini manzara gören kuzey tarafa dönük yapar.
Amasya’da ‘sahn-i şirin’leri,
Diyarbakır’da sarayı andıran evleri ve ahşap süslemeciliği,
Ege’nin bazı bölgelerinde ada mimarisi,
Doğu Anadolu’da İran ve Horasan etkileri,
Kale gibi duvarları, dantel gibi işlenmiş kemerleri ile Mardin evleri,
Çamurla sıvanmış Harran evleri,
Kayaların içine kendini güvene almış Kapadokya evleri,
Geleneksel aile tipine uygun kocaman Erzurum evleri...
     
Hepsi bu coğrafyada ortaya çıkmış birbirinden oldukça farklı görünüşte, ama aynı iç huzuru ve mutluluğu arayan Anadolu çocuklarının ortaya koyduğu en değerli eserlerin örneklerini oluşturuyorlar, hem de zamana ve modern yaşama direnerek...
    
Osmanlı İmparatorluğun 3 başkentine ev sahipliği yapan Marmara Bölgesi’nin konut profili büyük ölçüde Bursa kenti tarafından belirlenmiş olmasına karşın, Edirne’nin Balkanlar ve Batı Trakya’daki ev mimarisinin oluşumunu sağladığı konunun uzmanları tarafından ifade edilmiştir. Marmara için güneyde belirleyici olan Bursa iken kuzeyde Edirne aynı görevi yerine getirmiştir denilse yanlış olmaz.

PEKİ Şimdi;
Şimdi ne oluyor?  Nereden geldiğimizi, hangi izleri takip ettiğimizi ve neleri unuttuğumuzu bile unuttuk öyle değil mi?
Son 10 – 15 yılda başımıza bir kentsel dönüşüm belası sarıldı. Kentsel dönüşüm denilen şey ilk önce evlerin güvenliği üzerinden, deprem riski açısından ortaya atılıyormuş gibi ifade edilmedi mi? Artık gerçek anlam ve merak ve rant ortaya çıktı zaten..
Ama bu yazıda işin rant ile ilgili kısmını değil, Anadolu ile ilgili kısmını tartışmak isterim. Anadolu evine baktığında komşunu görürsün, o hiç hilesiz sana gel bir kahve yapayım da dertleşelim der. Kentsel dönüşümle yapılan 22 katlı binalarda ise ne kapı komşunu tanırsın, nede yardıma ihtiyacı olup olmadığı seni ilgilendirir.  Oysa Anadolu kenti kenti bile denmez köyü kasabası şehri öyle miydi? Bir kapıdan çıktığında her şeyi görür, kimin hastası var bilir, cenazesinde  “cenaze evinde yemek pişmez” komşu bir hafta boyunca komşusuna bakar, elini bir an olsun bile komşusunun sırtından çekmez, düğününde keyifle halay çeker, zeybek oynar, horon teperdin.  Aslında ev nedir? Her şeyin yanında sığındığın kalendir, kendini sevdiklerinle mutlu ettiğin, ama dertlerini de çektiğin yerdir. İlk şehirlerde bu nedenle kurulmamış mıdır? Aslında ev köydür, kasabadır aynı zamanda. Ancak ve Ancak hiçbir zaman kentsel dönüşümün yarattığı ucubeler bunu bilmeyecektir. 
   
Şimdi kentler büyüdü, yüksek binalar AVM’leri ile birlikte yükseldi, kentlerin hem de en önemlilerinin mesela İstanbul’un, Bursa’nın siluetini bozarak.  Siluet: bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle tek renk olarak beliren üç boyutlu görüntüsü demek değildir. Siluet aynı zamanda bir kentin ruhudur, aklıdır, hafızasıdır..
Kentler geçmişten beri hep eskisinin üzerine yapıldı. Kiliseler, Havralar, Cami oldu veya tam tersi.. Şimdi de Kentsel dönüşüm denen şey bunu yapıyor. Eskiden kentlerin üzerine kentleri yapanlar, eski taşları, tonozları şimdiki gibi atmaz kullanırdı. Mimariye dikkat ederdi. Şimdiki gibi onları moloz diye uzaklara dökmezdi.  Evler ihtiyaçtan, yapılırdı ama o ihtiyacın içinde insan olurdu..
Ne demiş Bedri Rahmi;
“sana büyük şehirlerden bahsedeceğim.
en büyük camiler orada kurulur,
en küçük mezarlar orada kazılır
en kara yazılar orda dizilir.
yüksek minarelerde sela verilir,
civar hanelerde zina edilir.
büyük şehirlerde yalan söylenir,
halbuki küçük köylerin mezarlığı bile yoktur.
büyük şehirlere bağlanma mehmedim.
öyle bir şehre yerleş ki,
küçük olsun fakat bizim olsun.
sokaklarında tanımadık yüz,
ensesine şamar atmayacağın kimse dolaşmasın.
her ağacına elin,
her karış toprağına terin değsin.
ve kuytu evlerden birinde

senden habersiz ölenler olmasın. “