Anadolu’nun tarihi en eski
çağlardan başlar. Hititlere kadar (İ.Ö. 1680-1220), Yakın Doğu Kavimler Göçü
diye adlandırılan yani ilk tunç çağında Akadlar, Asurlular, Akalar, Kizzuvatna
Krallığı bölgede hüküm sürmüştür. Orta Tunç Çağından sonra yani Hititler
sonrasında İyonyalılar, Frigyalılar, Troyalılar, Lidyalılar, Persler,
Pontuslar, Ermeniler, Romalılar, Demir çağını bu topraklarda geçirdiler. Orta çağdan sonra ise Bizanslılar, Selçuklular,
Klikyalılar, Artuklular, İlhanlılar, Osmanlı İmparatorluğuna kadar bu
topraklardan geçmeyen kalmamıştır. Bu topraklar Büyük İskender’i de, haçlı
ordusunu da görmüştür.
İşte Anadolu’daki ev mirası, bu
nedenle dünyanın birçok bölgesinden daha zengin ve daha çeşitli bir yapıya
sahiptir. Yerel yapı gelenekleri ve ev biçimleri ilk çağlardaki megarondan günümüze
kadar gelen bir süreklilik de ve dönüşüm de gösterir.
Doğunun ağırlıklı taş dokusu
kuzeyde yer yer ahşap taş dokuya ve doğrudan ahşaba geçmiş, İç Anadolu’nun
binlerce yıllık kerpiç mirası doğuya doğru taş kerpiç, batıya doğru dizi ve
dolgular oluşturmuştur.
Kuzey ve güneyde ise ahşapla
birleşerek Anadolu’nu önemli geçmişini yaratmış, batının ve Ege’nin farklı bir taş doku
geliştirdiğini bu tarzın Balkanlarda kendini tekrarladığını gözlemek her zaman
olanaklı olmuştur.
Öte yandan sofa, eyvan ya da
hayat adına ne derseniz deyin Anadolu evinin önemli özelliklerinden birisi olan
bu işlevsel düzenlemenin izlerini gerçekte megarona kadar sürmek olanaklı
gibidir. Bir meydana veya merkezi bir camiye bağlanan dar sokaklar arasındaki
yerleşim, temelde aynı özelliklere sahip olsa da, detaylarda şehirden şehre
farklılık gösterir. Evlerde geçirgenliği sağlayan ve tüm odaların açıldığı yer anlamına
gelen ‘sofa’, Anadolu evinin ve mimari gelişimini en önemli ve aynı zamanda en
sosyal yaşamını da yaratmıştır.
Küçük pencereleri ve kafesleri
ile Bursa evlerinde üst kattaki çıkmaları sokakla bütünleşmiştir. Tüm odalara geçişler ve üretim bu bölümde
yapılmıştır. Bazen ev hayatında mutlu olma fikri, iklimin ve coğrafyanın
gerekliliklerinin önüne geçebiliyor. Hatta Lazlar soğuk olsa da evlerini
manzara gören kuzey tarafa dönük yapar.
Amasya’da ‘sahn-i şirin’leri,
Diyarbakır’da sarayı andıran
evleri ve ahşap süslemeciliği,
Ege’nin bazı bölgelerinde ada
mimarisi,
Doğu Anadolu’da İran ve Horasan
etkileri,
Kale gibi duvarları, dantel gibi
işlenmiş kemerleri ile Mardin evleri,
Çamurla sıvanmış Harran evleri,
Kayaların içine kendini güvene
almış Kapadokya evleri,
Geleneksel aile tipine uygun
kocaman Erzurum evleri...
Hepsi bu coğrafyada ortaya çıkmış
birbirinden oldukça farklı görünüşte, ama aynı iç huzuru ve mutluluğu arayan Anadolu
çocuklarının ortaya koyduğu en değerli eserlerin örneklerini oluşturuyorlar,
hem de zamana ve modern yaşama direnerek...
Osmanlı İmparatorluğun 3
başkentine ev sahipliği yapan Marmara Bölgesi’nin konut profili büyük ölçüde
Bursa kenti tarafından belirlenmiş olmasına karşın, Edirne’nin Balkanlar ve
Batı Trakya’daki ev mimarisinin oluşumunu sağladığı konunun uzmanları
tarafından ifade edilmiştir. Marmara için güneyde belirleyici olan Bursa iken
kuzeyde Edirne aynı görevi yerine getirmiştir denilse yanlış olmaz.
PEKİ Şimdi;
Şimdi ne oluyor? Nereden geldiğimizi, hangi izleri takip
ettiğimizi ve neleri unuttuğumuzu bile unuttuk öyle değil mi?
Son 10 – 15 yılda başımıza bir kentsel
dönüşüm belası sarıldı. Kentsel dönüşüm denilen şey ilk önce evlerin güvenliği
üzerinden, deprem riski açısından ortaya atılıyormuş gibi ifade edilmedi mi?
Artık gerçek anlam ve merak ve rant ortaya çıktı zaten..
Ama bu yazıda işin rant ile
ilgili kısmını değil, Anadolu ile ilgili kısmını tartışmak isterim. Anadolu
evine baktığında komşunu görürsün, o hiç hilesiz sana gel bir kahve yapayım da
dertleşelim der. Kentsel dönüşümle yapılan 22 katlı binalarda ise ne kapı
komşunu tanırsın, nede yardıma ihtiyacı olup olmadığı seni ilgilendirir. Oysa Anadolu kenti kenti bile denmez köyü
kasabası şehri öyle miydi? Bir kapıdan çıktığında her şeyi görür, kimin hastası
var bilir, cenazesinde “cenaze evinde
yemek pişmez” komşu bir hafta boyunca komşusuna bakar, elini bir an olsun bile
komşusunun sırtından çekmez, düğününde keyifle halay çeker, zeybek oynar, horon
teperdin. Aslında ev nedir? Her şeyin
yanında sığındığın kalendir, kendini sevdiklerinle mutlu ettiğin, ama
dertlerini de çektiğin yerdir. İlk şehirlerde bu nedenle kurulmamış mıdır? Aslında
ev köydür, kasabadır aynı zamanda. Ancak ve Ancak hiçbir zaman kentsel
dönüşümün yarattığı ucubeler bunu bilmeyecektir.
Şimdi kentler büyüdü, yüksek
binalar AVM’leri ile birlikte yükseldi, kentlerin hem de en önemlilerinin
mesela İstanbul’un, Bursa’nın siluetini bozarak. Siluet: bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle
tek renk olarak beliren üç boyutlu görüntüsü demek değildir. Siluet aynı
zamanda bir kentin ruhudur, aklıdır, hafızasıdır..
Kentler geçmişten beri hep
eskisinin üzerine yapıldı. Kiliseler, Havralar, Cami oldu veya tam tersi.. Şimdi
de Kentsel dönüşüm denen şey bunu yapıyor. Eskiden kentlerin üzerine kentleri
yapanlar, eski taşları, tonozları şimdiki gibi atmaz kullanırdı. Mimariye
dikkat ederdi. Şimdiki gibi onları moloz diye uzaklara dökmezdi. Evler ihtiyaçtan, yapılırdı ama o ihtiyacın
içinde insan olurdu..
Ne demiş Bedri Rahmi;
“sana büyük şehirlerden bahsedeceğim.
en büyük camiler orada kurulur,
en küçük mezarlar orada kazılır
en kara yazılar orda dizilir.
yüksek minarelerde sela verilir,
civar hanelerde zina edilir.
büyük şehirlerde yalan söylenir,
halbuki küçük köylerin mezarlığı bile yoktur.
büyük şehirlere bağlanma mehmedim.
öyle bir şehre yerleş ki,
küçük olsun fakat bizim olsun.
sokaklarında tanımadık yüz,
ensesine şamar atmayacağın kimse dolaşmasın.
her ağacına elin,
her karış toprağına terin değsin.
ve kuytu evlerden birinde
senden habersiz ölenler olmasın. “