27 Eylül 2011 Salı

Gölyazı'nın yazgısı!


Yazları denize gitmek adettendir bizim ülkemizde, tatil denildiğinde soluğu kendimize uygun bir deniz kıyısında alırız.
Yol ise çoğu zaman en kısa sürede tüketilecek bir zaman olarak kafamızı kurcalar.
Oysa nereye gittiğimizin önemi yoktur. Esas olan gitmenin kendisidir. Belki lazım olur diye aracınıza her şeyi yükleyip Ege kıyılarına doğru yol almaya başladığınızda ULUABAT tüm mütevazılıği ile sizi Bursa’yı geçer geçmez karşılar.
Birçoğumuzun İzmir-Bursa-İstanbul yolculukları için güzel bir manzaradan öteye gitmeyen Uluabat Gölü, ne yazık ki daha değerini anlamadan kaybetmekle yüz yüze kaldığımız önemli değerlerimizden biridir.
Şehir hayatında en son ne zaman duyduğumuzu bile hatırlayamadığımız, güler yüzlü, sıcakkanlı bir “hoş geldiniz”, Gölyazı’da yabancı olduğunuzu unutturur bir anda.
Ardından, sıcacık bir çayın ya da buz gibi bir köpüklü ayranın yanında doyumsuz sohbetleriyle, köylülerin yaşamlarına misafir olmak bile bütün gününüzü mutlu geçirmek için iyi bir neden olabilir.
Gölyazı’nın Nilüferleri, Akçalar’ın göl soğanları, Fadıllı’nın zengin meyve bahçeleri, artık yok olmaya yüz tutan manda yoğurdundan yapılan ayranı Karaoğlan’da tatmalı, Akçapınar-Onaç köylerinin yamaçlarını süsleyen erguvan ve defnelere tanıklık etmelisiniz.
Dorak Köyü bütün gölü ayaklarınızın altına seren, hâkim manzarasıyla, gölü kuş bakışı görebileceğimiz yerlerden olsa da terk edilmiş yalnızlığını, Göl’ün güney yamacındaki tepelerle paylaşır, sessizce.
Köy kahvelerindeki sohbetlerde Göl ile ilgili duyacağınız ilk şey, eskiden günde tonlarca kerevitin ve 21 ayrı tür balığın yakalanabildiği, sularının içilebildiği ve üzerinden gemilerin geçerek Topkapı Sarayı’na buz ve erzak taşıdıkları öyküleri olacaktır. Bir efsane ki; şimdiki sularında, günümüzün tüm kirliliklerini bulabileceğimiz gölün eski günlerinin öyküsü.
Her geçen gün daha fazla kirlenen, ama içindeki tüm canlılarla birlikte buna direnen göl için, aslında düşmanlar da bellidir dostlar da. Dostlar eskisi kadar çok olmasa da, düşmanlar eskisinden çok güçlü ve fazladır aslında.
Üzerimizden geçerken bir kuşun kanadından gömleğimize damlayan umut olmasa, gün doğumundan, gün batımına 1,5 milyon yıl yaşında bu Göl’ün çığlığına kulak kabartmamak da mümkündür.
İsadan Önce altı binlerde Aktopraklık’ta yerleşip, tarımı ve hayvancılığı bilen ilk çiftçilerin izleri size sadece selam vermez, bu toprakların bereketini hatırlatmak için Kızılelma köyündeki ahşap evlerin tanıklığına ortak olmaya çağırır sizi.
1998 yılında RAMSAR Uluslararası Sulak Alanlar Sözleşmesi kapsamında koruma altına alınan Göl, halen dünyada yalnızca 38 gölün sahip olduğu “Yaşayan Göl” unvanına da sahiptir. Uluabat Gölü’nde her şey; renkler, balıkların lezzetleri, kuş seslerinin karıştığı sessizlik kadar havanın kokusu farklıdır.
Ryndakos (Orhaneli) Çayı’nın oluşturduğu Apolyont (Ulubat) Gölü üzerinde bulunan kentin adı bu nedenle Apollonia ad Ryndacum (Gölyazı)’dur. Anadolu’da Işık Tanrısı Apollon adına kurulmuş 8-9 antik kentten tatlı su kenarında kurulmuş tek kent Gölyazı’dır.
Her ne kadar kente adını Bergama Kralı Attalos II, Kraliçe Apollonis’ten esinlenerek, onu onurlandırmak için verdi, denilse de büyük bir olasılıkla Helenistik dönemden çok önceleri buraya yerleşenlerce verilmiştir.
Apollonia ad Ryndacum, yazılı kaynaklarda İ.Ö. birinci yüzyıldan başlayarak karşımıza çıkar. Basılı sikkelerin en tanıdık yüzü olan kerevit gülümser bize biraz buruk da olsa. Bölge Roma döneminde önce Adramittion’a (Edremit), sonra Kyzikos’a (Edincik) bağlanmıştır.
Roma İmparatoru Hadrianus, Bithynia’yı gezerken Apollonia ad Ryndacum’a uğramış ve bunu belgelemek için de kentin surlarının ana kapısına bir yazıt konmuştur. Kentin, Bizans döneminde sırasıyla Bithynia, Nicomedia (İzmit) ve Kios (Gemlik) Piskoposluğu’na bağlandığı bilinmektedir.
Göle adını veren Apolyont(Gölyazı) yerleşimi, Bursa-Karacabey karayolunun 37. kilometresinden güneye sapıldığında beşinci kilometrede karşılar sizi. Eskiden anayoldan güneye döndükten 3-4 km sonra, kente ulaşan birbirine koşut iki yolla karşılaşılırmış.
Dış kalenin yarımadanın en dar yerindeki kapısına, günümüzde Gölyazılılar “Taşkapı” demekteler. Yerleşimin bulunduğu yarımadayı çevreleyen dış kale ve adayı çevreleyen iç kale kalıntılarında, yüzyıllar içinde devşirme malzeme ile yapılan değişiklikler burasının neden kentsel-arkeolojik sit olduğunu betimler.
Topraktan gökyüzüne dek binlerce yılın tanıklığını size izletirken evlerin köhnemiş duvarları, ne yazık ki lağımlar hala açıktan göle akmaktadır. Kentin Apollon Tapınağı, Gölyazı’nın batısındaki Kızadası’ndadır. Mermerden duvarları, Göl yükselince yalnızlığından utanırcasına sular altında kalmaktadır.
Bugün olduğu gibi yüzyıllar boyunca da binlerce insan Göl’le iç içe yaşamış ve Uluabat Gölü, bu insanların beslenmesine ve geçimlerine önemli katkılar sağlamış olsa da artık eski günlerini nostaljik bir hevesle değil ama gerçekten bolluk, refah ve iyi bir yaşam adına aramaktadır.
29 Mart 2009 Yerel seçimleri ile tüzel kişiliğini yitirerek Nilüfer Belediyesi’nin mahallesine dönüşen Göl’ün incisi Gölyazı, M.Ö. 400’lerde başlayan tarihi, Uluabat Gölü’nün içinde bir gerdanlık gibi yer alan coğrafyası, kereviti, balıkları, kuşları ile doğal, tarihsel ve kültürel açıdan çok önemli bir beldedir.
Şairin Gölyazı için dediği gibi;
“…bir yakadan ötekine uzanan
gizil hayatlar
temmuz sıcağında
yiten rum ikindisi
apollonya kavuşamamanın baladı
gölün yüzüne zeytin dallarıyla
yazılan sesleriniz
göç yollarında gider gelir kuş kanatlarında…”(*)
(*) Güney Özkılınç, Şair

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder